Doğu ve Batı Arasında Bir Mütefekkir

Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1923 yılında Bosna Hersek’in bugünkü Bosanski Samaç kasabasında dünyaya gelmiştir. İsmini aldığı dedesi Osmanlı Devleti ordusunda subaylık görevi sebebiyle Belgrad’dan Bosanski Samaç kasabasına tayin edilmiş burada toprak satın alarak kısa sürede kasabasının ileri gelenlerinden olmuştur. Sonrasında Sırpların baskısından kaçan Müslümanların Sultan Abdülaziz tarafından bölge yerleştirilmesi ve zamanla bölgede Müslümanların çoğunluk haline gelmesi sebebiyle Aziziye olarak değiştirilmiştir. Dedesi İstanbul’da askerlik yaparken Sıdıka adında bir Türk kızı ile evlenmiş ve bu evlilikten 5 çocukları olmuştur. Bu çocuklardan birisi de Aliya İzzetbegoviç’in babası Mustafa’dır. Bosanski Samaç’ta ticaret ile uğraşan Mustafa Izzetbegoviç ilk evliliğin ardından ikinci bir evlilik daha gerçekleştirmiştir. Aliya İzzetbegoviç bu evlilikten doğmuştur. Sonraki yıllarda Aziziye Bölgesi’nin Hırvat milliyetçiler tarafından işgal edilmesi ve babasının işlerinin kötü gitmesi sebebiyle birçok Müslüman aile gibi Aliya izzetbegoviç’in ailesi de Saraybosna’ya taşınmıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bir bölümünü burada geçirmiştir. Bir yıl Kur’an kursuna gittikten sonra Saraybosna’nın en meşhur Lisesine kaydolan İzzetbegoviç sonraki dönemlerde eğitimini Fenni Ziraat ve Hukuk alanında devam ettirmiştir. Lise yıllarında ortalama bir öğrenci olan Aliya İzzetbegoviç bu dönemde ders çalışmak yerine sürekli okumayı tercih etmiş ve henüz 18-19 yaşlarında Avrupa felsefesinin temel eserlerini okumuştur. Özellikle Henri Bergson’un ‘’Yaratıcı Evrim’’, İmmanuel Kant ‘’Saf Aklın Eleştirisi’’ ve Oswald Spengler’in ‘’Batının Çöküşü’’ adlı eserlerinden etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşının sürdüğü yıllarda diploma sınavlarını vererek liseden mezun olan İzzetbegoviç, mezuniyeti sonrasında yasalar gereği orduya yazılması gerekmesine rağmen askerlik yapmaktan kaçmıştır. Çünkü Yugoslavya’yı işgal eden Naziler Bosna Hersek bölgesine Hırvat milliyetçilerden oluşan Ustaşa rejimini ikame etmiştir ve İzzetbegoviç faşist bir yönetim altında askerlik yapmayı kabul etmemiştir. Bu kararında henüz lise yıllarında üye olduğu Genç Müslümanlar (Miladi Müslümani) teşkilatının anti-komünist ve anti-faşist karakterinin etkisi vardır. 1944 yılı boyunca evinde gizlenen İzzetbegoviç, askerlerin evini basması üzerine Posovina bölgesine kaçmış ve bir dönem Posovina’da yaşamıştır. İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Saraybosna da yaşamaya devam eden İzzetbegoviç Genç Müslümanlar teşkilatına üye olma sebebi ile 1946 yılında yönetime gelen Josip Broz Tito’nun emriyle tutuklanmıştır. Bu tutuklama sonrasında İzzetbegoviç 3 yıl hapiste kalmıştır.

Aliya İzzetbegoviç Yugoslavya’nın muhtelif yerlerinde inşaat alanlarında çalışarak tutukluluğunu Mart 1949 yılında tamamlamıştır. Mahkûmiyetini 24 yaşında tamamlayan İzzetbegoviç, kısa bir süre sonra savaş sürecinde sürekli görüştüğü hapishanede mektuplaştığı Halide Hanım ile evlenmiştir. Bu arada siyasi faaliyetlere de ara vermemiş, hapishaneden çıktığı yılın Nisan ayında idama mahkûm edilecek olan Hasan Biber’in mektupları vesilesiyle Genç Müslümanlar teşkilatında tekrar görev almaya başlamıştır. Öncesinde çok aktif olan İzzetbegoviç sadece Mücahit dergisine yazı yazarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 1949-1951 yıllar arasında teşkilatın faaliyetlerini engellemeye yönelik yapılan yoğun tutuklamalar sonuç vermiş ve 1951 yılının sonuna gelindiğinde Müslüman Gençler teşkilatına üye olanların çoğu hapse atılmış kalanlarda kaçarak ya da gizlenerek hapse atılmaktan kurtulmuşlardır. Bu dönemde İzzetbegoviç, hukuk fakültesine yazılmak istemesine rağmen babası ve amcasının zorlaması ile Ziraat Fakültesinde üniversite hayatına başlamış ve bu üç yıl okuduğu Ziraat fakültesinin kendisine uygun olmadığına karar vererek bu okuldaki eğitimini tamamlamamıştır. 1954 yılında kaydolduğu Hukuk Fakültesinden 1956 yılında mezun olmuştur. Bu süre zarfında İzzetbegoviç’in Sabina, Lejna ve Bakir adlarında üç çocuğu dünyaya gelmiştir. Mezuniyetinin ardından on yıl Karadağ’da bir hidroelektrik fabrikasının kuruluşunda çalışmıştır. Burada çalıştığı süre zarfında İslam hakkında bazı makaleler kaleme almıştır. Fakat bu makalelerin çoğunu yayınlatma imkânı bulamamıştır.1969 yılında daha sonra ki dönemlerde çok ses getirecek olan İslam Deklarasyonu (The İslamic Declaration) eserini kaleme almış ve bu eserin düzenlenmiş hali 1970 yılında neşredilmiştir. 1983 Saraybosna’da davasında yargılanmasına sebep olan bu eser sadece bir milletin ya da bir ülkenin problemlerinden ziyade, İslam dünyasının temel problemlerini ele alan bir eserdir. Hatta eserin hiçbir yerinde ‘’Yugoslav’’ kelimesi dahi geçmemektedir. Bu eserin hemen sonrasına Doğu Ve Batı Arasında İslam eserinin çalışmalarını yapmaya başlamıştır, esasında İzzetbegoviç bu eseri 1946 öncesinde hapse girmeden önce yazmaya başlamıştır. Mahkûmiyet yıllarında kardeşi Azra tarafından muhafaza edilen eser ancak 20 yılın ardından İzzetbegoviç’in Kanada’daki bir arkadaşı vasıtasıyla 1984 yılında Amerikalı bir yayıncı tarafından yayınlanmıştır. Kitap yirminci yüzyıl düşünce dünyasında İslam’ın yerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Eseri yayınlandığında İzzetbegoviç Yugoslavya hükümeti tarafından ikinci kez tutuklanmış ve ağır iş cezasına mahkûm edilmiştir.

Müslümanlar için 1970’lerin başında var olan görece müsamahakâr atmosfer 1970’lerin sonlarına doğru değişmeye başlamış ve Josip Broz Tito(1892-1980) ‘’ruhban ulusallığı’’ ve ‘’Panislamizim’’ fikirleriyle mümkün olduğunca sert bir şekilde mücadele etme kararı almıştır. Bu sıralarda İzzetbegoviç’in yakın arkadaş olan İslam âlimi Hüseyin Efendi Cozo vesilesiyle takvim isimli bir Müslüman gazetesinde İslam Rönesansının (Yenilenmenin) Sorunları başlıklı bir makale dizisi kaleme almıştır.

1980 yılında Tito’nun ölümüyle birlikte Yugoslavya’da, işler özellikle Müslümanlar ve Arnavutlar açısından daha kötüye gitmeye başlamış: bu iki gruba yönelik tutuklamalar yoğunluk kazanmıştır. Bosna’nın dört bir yanında başlayan yüzlerce kişinin tutulması ile sonuçlanan bu süreçte, 23 Mart 1983 sabahı Aliya İzzetbegoviç ile birlikte Salih Behmen, Ömer Behmen, Celalettin Latiç, Mustafa Spahiç, İsmail Kasumagiç gibi Genç Müslümanlar teşkilatında görev almış isimler de tutuklanmıştır. Düşünce suçları kapsamında görülen davada İzzetbegoviç ve arkadaşları ‘’Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne karşı İslam Devleti kurmaya çalışmak ve bu doğrultuda halkı galeyana getirmekle’’ suçlanmışlardır. Delil olarak da özellikle İzzetbegoviç’in kaleme aldığı İslam Rönesansının Sorunları ve İslam Deklarasyonu eserleri gösterilmiştir. Bir aya yakın süren dava sonucunda 14 yıl hapse mahkûm edilen İzzetbegoviç mahkemenin usulüne ve yargılamanın muhtevasına yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Davanın iptaline yönelik sunduğu bu eleştirilere rağmen İzzetbegoviç 1983 yılında Kasım ayında 14 yıllığına hapsedilmek üzere Foça’ya nakledilmiştir. Foça’da katiller bölümü olarak bilinen ve canilerin bulunduğu bölüme gönderilmiş ve bu süre zarfında kendisini diğer arkadaşlarından daha talihli saymıştır. Ona göre cinayet suçundan hüküm giyenler diğer bölümlere nispeten daha dürüst insanlardan oluşmuştur. Çünkü çoğu namus cinayeti işlemiş suçlulardır 80-100 kişiyle aynı Koğuşu paylaştığı bu süre zarfında bir hukukçu olması sebebiyle tüm mahkûmlar ondan durumları ve yargılama süreçleri hususunda yardım talebinde bulunmuşlar ve İzzetbegoviç yardım taleplerini geri çevirmeyerek tüm mahkûmların hikâyelerini dinleyerek onları hukuki konularda yönlendirmiştir. Bu durum onun farklı hayatları tanımasına, hayata birçok pencereden bakabilme yeteneği kazanmasında katkıda bulunmuştur. Hapishanenin ağır şartlarına ve çalışma ortamına alışmaya çalışan İzzetbegoviç muhtelif konularda notlar tutmuştur. Hayat, Kader, siyaset, din, okuduğu kitaplar, yazarlar ve aklına gelen hemen her şeye ilişkin düşüncelerini küçük kâğıtlara kasıtlı olarak okunaksız biçimde yazmıştır. Hapishanede gizlediği bu notlar 1999 yılında ‘’Özgürlüğe Kaçışım’’ başlığı ile müstakil bir eser olarak yayınlanmıştır. Felsefeden sosyolojiye antropolojiden siyasete ve daha birçok düşüncelerini içeren bu kitap ‘’İslam Deklarasyonu’’ ve ‘’Doğu Ve Batı Arasında İslam’’ adlı bu çalışmalarının yanında İzzetbegoviç’in felsefe sahasındaki birikimini ortaya koyan çok kıymetli bir eserdir.

İzzetbegoviç’e hapishanede kaldığı süre zarfında yaptıklarından ötürü pişmanlık duyduğunu ve Yugoslavya Federal Cumhuriyetinden af dilediğine dair bir yazı imzalaması talep edilmiştir. Bunu yaptığı takdirde serbest bırakılacağı bildirmişti fakat o bu teklifin kabulünün haysiyetsiz bir davranış olduğunu telakki ettiğinden ilgili talebi reddetmiştir. Toplamda 5 yıl 8 ay olan tutukluluk süresi 25 Kasım 1988 tarihinde sona ermiştir. Hapishaneden sonraki hayatının bir yılını dinlenerek 10 yılını cumhurbaşkanı olarak geçirecek olan İzzetbegoviç’in özgürlüğe kaçışından sonra karşılaştığı siyasi tablo hiç de iç açıcı değildir. Bu tablonun en çarpıcı karelerinden birisi hiç şüphesiz 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması olmuştur. Bu olay tüm dünyada komünizmin çökmesi sürecinde dinamo etkisi yapmış ve sonrasında Sosyalist blok hızla dağılmaya başlamıştır. Nitekim bu süreçte Yugoslavya da parçalanma söz konusu olmuştur. Sırp hegemonyası üzerine kurulan Yugoslavya’nın diğer etnik grupları (Makedon, Hırvat, Müslüman, Karadağlı, Sloven) baskı altında tutan bir devlet olması, yaşanan çözülme ve etnik gerilime ivme kazandırmıştır. Tüm bu kargaşa içerisinde Müslümanları temsil sorunu yaşadığını ve temsil imkânı bulamamaktan dolayı savrulduğunu gören İzzetbegoviç ve arkadaşları siyasi bir parti kurma kararı almışlar. Yakın arkadaşları ile yaptığı görüşme sonrasında Yugoslavya’nın dağılmasından ziyade demokratik bir sisteme geçişi destekleyecek olan Demokrat Eylem Partisi 1989 yılında kasım ayında kurmuşlardır. Parti amblem olarak yeşil zemin üzerine hilal ve yıldızın bulunduğu Endülüs Müslümanlarından alınma sembolü seçmişlerdir. Vakit kaybetmeden çalışmalara başlayan parti, kuruluşundan tam bir yıl sonra 1990 yılının kasım ayında yapılan seçimlerden zaferle çıkmıştır. Bu süre zarfında Sırpların başına büyük Sırbistan hayalleri kuran aşırı milliyetçi Slobodan Miloseviç’in gelmesi ve Alman faşizminin bölgede kurduğunu Ustaşa yönetimini arzulayan Franjo Tudjman’ ın Hırvatistan’ın başına geçmesi uzlaşmayı imkânsız hale getirmiştir.

25 Haziran 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etmişler.15 Ocak 1992 yılında Avrupa devletleri hiç vakit kaybetmeden bu iki devletin bağımsızlıklarını tanımıştır. Bosna Hersek ve Makedonya’nın bağımsızlıkları referanduma bırakılmıştır. Böylece Boşnaklar bağımsızlarını ilan etmek ya da Yugoslavya’nın mirasçısı konumundaki Sırbistan’ın boyunduruğu altında yaşamak şeklinde iki seçenek ile karşı karşıya kalmışlardır. Yapılan referanduma katılanların %99 bağımsız bir devlet olma yönünde oy kullanmış ve Bosna-Hersek Avrupa ülkeleri tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır. Bosna Hersek’in uluslararası arenada tanınmasının hemen ardından Sırpların Boşnaklara karşı açmış olduğu savaşta Boşnak savunmasının liderliğini, aynı zamanda ülkenin cumhurbaşkanı olan İzzetbegoviç üstlenmiştir. Avrupa’nın en büyük ordularından birisine karşı halkını silahlandıran ve düzenli bir ordu oluşturan Aliya İzzetbegoviç 1992-1995 yılları arasında süren Bosna Savaşı’nı hem cephede hem de diplomatik görüşmelerde yer alarak başarıyla yönetmiştir. Savaşta Boşnaklar başta Srebrenitsa olmak üzere çok birçok katliamlara ve tehcirlere maruz kalmışlardır. 1995 yılına gelindiğinde Boşnaklar askeri açıdan toparlanmış ve Sırpları geri püskürtmeye başlamışlardır. Aynı yılın kasım ayında İzzetbegoviç daha fazla insan kaybının önüne geçmek için antlaşma masasına oturma teklifini kabul etmek zorunda kalmıştır. Avrupa ülkelerinin ve Birleşmiş Milletler’ in baskıları altında hiçbir zaman kabul etmek istemediği Dayton anlaşmasını 21 Kasım 1995 tarihinde imzalanmıştır. 1998’de yapılan seçimlerde tekrar Cumhurbaşkanı seçilen İzzetbegoviç görevini 2000 yılına kadar sürdürmüştür. Bu tarihte sağlık sorunları sebebiyle Cumhurbaşkanlığı görevini görevinden kendi isteğiyle ayrılmıştır. 2003 yılına kadar ailesiyle birlikte mütevazı bir hayat süren İzzetbegoviç 9 Ekim 2003 tarihinde ebediyete intikal etmiştir. Vefatından sonra naaşı yüzbinlerin katılımı ile tekbirlerle Saraybosna’da bulunan Kovaçi Şehitler mezarlığına defnedilmiştir.

Bosna Savaşı Üzerine

İkinci dünya savaşı sonrasında Josip Broz Tito önderliğinde şekillenen Yugoslavya 1980’lerin sonuna gelindiğinde merkezi gücünü kaybetmeye başlamıştır. Gün geçtikçe artmaya başlayan etnik milliyetçilik ‘’Yugoslavyalılık’’ kimliğine zarar vermiştir. Özellikle Sırpların politikaları diğer etnik milletlere de sıçramıştır böylece iktisadi anlamda dar boğaza giren Yugoslavya, barındırdığı halkları kontrol etmekte sıkıntılar yaşamaya başlamış ve hızlı bir şekilde çözülmeye başlamıştır. Bu kıpırdamaların devamı sonucunda Federal Komünist Birliği yetkilileri Yugoslavya Federal Komünistler Birliğinin dağılmasına karar vererek Cumhuriyetler arasındaki komünizm bağına son vermiştir. Sonrasında 1990 yılının aralık ayında Sırbistan ve Bosna Hersek seçime gitme kararı almıştır. Seçim sonrasında oyların %45’ni alan Miloseviç, Sırbistan’ın başına geçerek milliyetçi politikalarını sürdüreceğini bildirmiştir. Bosna Hersek’te ise oyların %38’ini alan Aliya İzzetbegoviç devlet başkanlığına getirilmiştir. Kendisini Miloseviç’in temsilcisi olarak gören Karadziç ise oyların %30 unu, Hırvatistan devlet başkanı Tudjman’ın desteklediği parti ise %16 oy almıştır.1991 yılında ise Slovenya ve Hırvatistan özerkliğini ilan etmiştir. İlk olarak Hırvatistan ile Sırbistan arasında başlayan iç savaşa Bosna dahil olmak istememiştir fakat Tudjman ile Miloseviç’in aralarında Bosna Hersek’i paylaştıkları iddiaları Bosna’yı önemli bir karar almaya sevk etmiştir. Ya bağımsız olmak ya da köle olmak. 3 Mart 1992 yılında Bosna Hersek bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlıktan hemen sonra Sırbistan savaş ilan etmiştir. İlk süreçte Bosnalılar bu savaşı kabullenmemiş hatta ilk 70 gün savaş Sırbistana savaş ilan etmemiştir. Aliya İzzetbegoviç Avrupa’nın bu saldırıya engel olacağını düşünüyordu. Savaşa hazırlıksız yakalanan Bosnalılar Aliya İzzetbegoviç önderliğinde düzenli bir ordu kurmuştur. Sırplar birçok bölgeyi ele geçirerek hızlı bir etnik kıyıma başlamıştır.

Bosna savaşı ikinci dünya savaşından sonra Avrupa’nın şahit olduğu en kanlı olaydır.1995 Kasım ayında Amerika’da imzalanan antlaşmayla savaş sona ermiştir. Bu anlaşma gereği Bosna Hersek iki özerk bölgeye ayrılmıştır. Bosna Hersek toprakların %49’unu Sırplar’ın kontrolüne bırakırken, %51 kısmı ise Hırvatlar ve Boşnakların kontrolüne bırakılmıştır. Müslümanlar ise bu anlaşmayı kerhen kabul etmek zorunda kalmıştır nitekim Aliya o gün için kendisinin çarmıha gerildiğini hissettiğini belirtmiştir.

Birleşmiş milletlerin güvenli bölge ilan ettiği bölgede Srebrenitsa katliamı yaşanmıştır. Miladiç önderliğindeki Sırp ordusu, beş gün boyunca Srebrenitsa da Müslümanları soykırıma tabii tutmuştur. Resmi rakamlara göre 8,372 Müslüman öldürülmüştür tabii bu sayı 12,000 kadar çıkmaktadır. Kızılhaç örgütünün verilerine göre 200,000’ni Müslüman olmak üzere toplam 300,000 civarında insan öldürülmüştür. 2,000,000 insan Bosna’dan göç ettirilmiştir.

Düşüncesi

İnsan Felsefesi

Bir İslam filozofu olarak Aliya İzzetbegoviç, düşünce sistematiğini insanın varlık içindeki konumunu tespit ederek ortaya koymaya çalışmıştır. İnsanın konumuna dair geliştirdiği düşünceler Allah ile İnsan arasındaki sözleşmeye ulaşmaktadır. İslami olanın zorunlu olarak Allah’a kulluk  bağlamında ahlaki ve insani bir yükselişi sağlaması kabulü İzzetbegoviç’in düşüncesinin en temel noktalarından biridir.

Aliya’ya göre, insan temelde iki yöne sahip olması onu bu düalizm içerinde anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. İnsan sadece ruhani bir varlık olmadığı gibi aynı zamanda doğal bir varlıkta değildir. Bir başka deyişle insan ne sadece ruhtan ibaret bir varlık, ne de sadece bedenden ibarettir. İnsan her daim ikisi olmak durumundadır. Bu yüzden insan sadece bilimin konusu olamaz. Aynı zamanda dinin ve sanatın ürettiği bilgi de insanı tamamlayan yönlere sahiptir. Batı medeniyetinde gelişen bilim ve sanat anlayışlarını eleştiren Aliya bu iki alanın insanın iki farklı yönüne odaklanarak birbirleriyle çeliştiklerini ve zıt iki insan tipini ortaya koyduklarını tespit etmiştir. Bu durum, Batı da kendisini en orijinal şekilde Darwin ve Michelangelo arasındaki çelişki de göstermiştir. Bir tarafta biyolojik bir varlık ya da canlı türü olarak insan bulunurken. Diğer tarafta ruhaniyeti dolayısıyla dünyeviliğini reddetmiş Hristiyanlığın ‘’aziz, uhrevi insanı’’ bulunmaktaydı. Bu iki tipten birincisi tamamen dünyaya aitken, diğeri bu dünyada sürgün ve suçludur ve varlığının kaynağı tamamen dışardadır. Batı medeniyetinin Rönesans ve Reform ile başlayan ve moderniteye uzanan insan çelişkisi de buradadır. Bu yüzden İzzetbegoviç’in düşüncesinde Hristiyanlık’ın hakim olduğu dünyada temel insan kabulü dolayısıyla bilim ve dinin barışması ya da bir araya gelebilmesi mümkün değildir. Nitekim Batı da bilimlerin yükselişi, Hristiyan skolastiği ile girişilen mücadele ve pozitivizmin yükselişi üzerinden açıklana gelmiştir.

Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde insanın tek yönlü bir varlık olmadığı ve bir düalizm(ruh-beden) içerisinde anlam bulduğu özellikle belirtilmelidir.

Aliya düşüncesinde Allah dışında var olan her şey çift olarak yaratılmıştır ve her şey bu düalizm içinden anlaşılabilir. İnsan açısından bu düalizmin karşılığı net bir şekilde kendisini beden ve ruh ayrımında göstermektedir. Bu yüzden, ancak bu düalizmi kabul eden bir anlayışla insana yaklaşılması onun hakkında daha doğru ve geçerli bilgi üretilmesini mümkün kılacaktır. İnsan, hem beden hem de ruh sahibi bir varlıktır ve bütün mesele bu ikisinin denge halini keşfetmektir.

İnsan Düalizminin Yansımaları

İnsanın varlık düalizmi sosyal gerçeklik alanında kendisini yine belli düalizmler şeklinde göstermektedir. İzzetbegoviç’e göre ruh-madde, din-materyalizm, kültür-medeniyet,                  sanat-bilim, Darwin-Michelengelo, dram-ütopya, şahsiyet-sosyal fert, Augustinus‘un Tanrı şehri-Campanella’nın Güneş Ülkesi, dünya-ahiret, İsa-Musa ve Hristiyanlık-Yahudilik insan düalizminin karşılıkları olarak değerlendirilir. Aliya ‘’Doğu ve Batı arasında İslam’’ adlı eserinde bu ikili zıddiyetler tablosunu ilk kısmının ruhla alakalı olduklarını, ikinci kısmının ise madde kaynaklı olduklarını belirtmiştir. Böyle bir ayrımın iki değerli mantık etrafında ‘’ya –ya da’’ mantığıyla anlaşılması daima insanı eksik tanımlar. Bu zıddiyet cetveli ancak ‘’hem-hem de’’ mantığıyla anlaşılabilir ve insana uygun olan durum, yukarıda verilenleri reddetmeden bir üçüncü yolun bulunmasıdır.

Kültür ve Medeniyet

Aliya’ya göre insan düalizminin bir yansıması kültür ve medeniyettir. O kültür ve medeniyeti iki zıt unsur olarak görmüştür. Kültür insanın bir şeyi anlamlandırma, bir nesneyi kült haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlam arayışı ve bir nesneyi kendi gerçekliğinin ötesinde bir külte dönüştürme insanın ruhundan kaynaklanabilir. Medeniyet ise insanın özellikle de barınma, yeme, içme gibi maddi varlığını devam ettirmek için doğa ile kurduğu teknik ilişkiden kaynaklanmaktadır. Kültür bir nesneyi fetiş olarak kabul edebilir. Medeniyet ise bir nesneyi alet olarak kabul etmektedir. Kaynakları açısında birbirlerinden farklı kaynaklardan gelseler bile kültür ile medeniyet arasında bir ilişki bulunmaktadır. Bir toplumda teknik ne kadar az gelişmiş ise ve basit düzeyde kalmışsa, tersine kültür o kadar karmaşık ve güçlü bir hal alabilir. Medeniyetin yani tekniğin çok gelişmesi ise beraberinde kültürün zayıflamasını getirmektedir.

Bu süreç Aliya’ya göre modern toplumun insanı, daha da mekanik bir tipe dönüşerek sahih ya da otantik bir kültür insanı olmaktan çok sahte ve yapay bir kültürün içinde kitle insanı haline gelmiştir.

İnsanların daha zengin, daha fazla lüks içinde yaşadıkları ancak daha fazla mutluluğu aradıkları bir ortamın oluşması, medeniyetin güçlenmesi ve kültürün zayıflamasıyla alakalıdır. Öyle ki Batı toplumlarında yeniden doğu mistisizmine popüler bir ilgiyle yönelmenin böyle bir boşluktan kaynaklandığını da tespit edebilirler. Medeniyet, bilim ve teknik insanın tek bir yönüne vurgu yapmaktadır. İnsanın maddi şartları geliştikçe ruhundaki arayış son bulmamakta tersine daha da önemli bir mesele haline gelebilmektedir.

Batı medeniyetinin insan yabancılaşmasına maneviyat temelli bir karşı duruşun sağlanmaması, ister istemez nihilizme savrulmayı beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Aliya’ya göre nihilizmin insanı da dinin insanı da bu dünyada yabancıdır. Nihilizmin insanı ümitsizce kötümserliğe savrulan yabancıyken, dinin insanı kurtuluş ümidinin iyimserliğini daima taşıyan bir yabancıdır.

Aliya, kültür ile medeniyet arasında bir dengenin kurulması fikrindedir. Bu denge, medeniyetin özellikle insanı ve insan şahsiyetini tahrip edici etkilerine karşı özgürlüğü, ahlakı yüceltecek bir kültür temeline muhtaçtır. Dinamik bir kültür ve medeniyet ilişkisinin kurulması esastır. Aksi takdirde insanoğlu açısından kültürü medeniyete feda etmek gibi bir durum ortaya çıkabileceği gibi tamamen kültürün sınırlarının içine çekilmek imkanı da yoktur.

İslam: Üçüncü Yol

Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesinde İslam bir din midir? O din kavramını kullanırken materyalizm karşıtı maneviyatçı ve ruhçu anlayışları kastetmektedir bu düşüncesinin en önemli ve özgün yanlarından biridir Hristiyanlık gibi bir din ya da regulation olarak kabul etmemiştir ona göre İslam dinin ötesinde bir anlama sahiptir. Bu özellikle dikkat edilmesi gereken nokta İslam’ın din olmadığı değil sadece bir din olmadığıdır. İzzetbegoviç İslam’ın dinin ötesinde bir anlama sahip olduğu düşüncesini temellendirmek için şöyle bir tez ortaya atmıştır ona göre tarih boyunca dünyada sadece üç temel görüş ve șu üç temel görüşün farklı dönemlerde farklı biçimleri ortaya çıkmıştır. Bunlar Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamdır. Hristiyanlık maneviyatçı idealist ve buluşçu öğretilerin temel kabullerini içermektedir. Yahudilik materyalist maddeci ve seküler öğretilerin temelini oluşturmaktadır. İslam ise bu iki dünya görüşünün dışındaki üçüncü yoldur. İslam manevi açlığı reddetmediği gibi bu dünyayı da reddetmemektedir. Bu yüzden insanın dünyadaki varlığını anlamlandırmada diğer görüşlere göre daha kuşatıcı olmasının yanında insana uygun alternatif İslamdır.

Aliya İzzetbegoviç kitabının adı olan “Doğu Ve Batı Arasında İslam” aynı zamanda Yahudilik ile Hristiyanlık arasında İslam’a ișaret etmektedir. İzzetbegoviç dini düşüncenin habercisi olan Hazreti Muhammed’in Medine’de dini düşünceyi sosyal hayatta uygulamasına dikkat çekmişti mağarada inziva halindeki peygambere vahiy olarak gelen din daha mağaraya dönmemiştir doğrudan hayatın içinde bilinçli bir mücadelenin sürekliliğine vurgu yapmaktadır şeytan ve kötülük de bu hayatın içinde vardır ve değerli olan bu hayattan kaçarak inzivaya çekilmek değil onun için de mücadele ederek değer üreterek ahlaki yükselişi sağlamaya çalışmaktır.

Aliye İzzetbegoviç İslam’a bir düşünceden ziyade hayat tarzı olarak bakılması gerektiğini iddia etmiştir. Ona göre İslam insan tabiatını reddetme insanı bir Melek ya da Aziz yapmak iddiasını taşımayan; olduğu haliyle sınırları aşmadan ve dolayısıyla “insan olarak yaşamaya” çağıran bir din ve pratiktir.

Müslüman, dünyanın yeryüzü cenneti olmayacağını bilir ancak onu daha iyi hale getirmek için mücadele eder bireysel ya da sosyal hayatında yaşadığı musibetlere sabırla mukabele etmeye çalışır ve hayata dair kötümserliğe düşmez. Bu durumu İzzetbegoviç şu şekilde açıklamıştır: “Mücadelemizi insanı ve onu makul kılan ona sükûn ve huzur damgasını vuran her şeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir bize ait olan gayret etmek, uğraşmaktır netice ise Allah’ın elindedir teslimiyet hayatın çözülemezlik ve manasızlığından vakarlı tek çıkış yoludur.”