Ötekilerin Hikâyesi 1-2

Küresel sömürü sisteminin kurbanı olan mülteciler, inancı, etnik yapısı, ideolojisi, siyasi düşüncesi ve herhangi bir gruba üyeliği nedeniyle zulüm gören veya da görme endişesi taşıyan bu sebeple de vatanlarından ayrılarak kendilerini güvende hissedebilecekleri ülkelere iltica eden bireylerdir. İnsanlık tarihi bu minvaldeki çatışmalara ve kopuşlara her zaman tanık olmuş ve bugün olduğu gibi geçmişte de inanç, düşünce ve ideolojisi nedeniyle şiddete maruz kalan insanlar güvenli beldelere göç etmişlerdir. Mültecilerin haklarının uluslararası hukuka taşınması yakın tarihlere tekabül etse de dışlama, ötekileştirme eylemlerinin tarihi çok eskilere dayanır.

Seyla Benhabib “Ötekinin Hakları” adlı eserinde mülteci kavramının ulus devlet anlayışı ekseninde oluşturulan bir insan kategorisi olarak ortaya çıktığını ifade eder. Yani ulus devlet anlayışı kitlelerin savaş mağdurları ile ilgili algılarını olumsuz yönde etkilemiş ve bu durum mülteci kavramını ve mültecilerin haklarını gündeme getirmiştir. Yaşanan çatışmalar neticesinde Milletler Cemiyeti tarafından mülteci halklarla ilgili kapsayıcı düzenlemeler yapılmış akabinde de mültecilerin hukuku statüsünü içeren Cenevre Sözleşmesi hazırlanmıştır (1951). Fakat söz konusu sözleşme ihtiyaca cevap verememiş ve mültecilerin hukuki statüsü ve tanımı 1967 protokolü ekseninde yeniden değerlendirilmiştir. 1967 protokolüne göre mülteciler, etnik yapısı, inancı, siyasi görüşü nedeniyle ülkelerinde zulme uğrayan ve kendilerini güvende hissedebilecekleri beldelere gidip bu ülkelerin güvenlik imkânlarından yararlanan şahıslardır. Fakat kâğıt üzerinde yer alan bu maddeler pratik hayatta karşılık bulamamış ve mülteciler gittikleri ülkelerde dışlayıcı tavırlarla karşılaşmışlardır.

Hepimizin bildiği üzere 2011’de başlayan Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de ortaya çıkan protesto olayları iç savaşa dönüşmüş ve yaşanan çatışmaların etkisiyle ülkenin sınır komşularına ve diğer Avrupa ülkelerine doğru uzanan bir göç hareketi başlamıştır. Göçten en fazla etkilenen ülkelerden biri olan Türkiye, sığınma talebinde bulunan bütün Suriyelilere kapılarını açmış ve ülkede mültecilerin istihdam ve sosyal uyum sorunları tartışılmaya başlanmıştır. Mültecilere karşı nefret kusan kesim ne yazık ki çatışmaları tetikleyecek eylem ve açıklamaları ile savaşın yıktığı insanları çaresizliğe sürüklemiştir.

Suriyeli mültecilerin ülkelerinde sahip oldukları değer ve politikalarını burada da sürdürmeye çalıştıkları bu durumun çatışmaları tetiklediği ifade edilse de sorunun temelinin ulus devlet anlayışının getirdiği ırkçılığa ve ötekileştirme anlayışına dayandığını görüyoruz. Bir asırdır güne, “Ne mutlu Türk’üm diyene” söylemleri ile başlayan nesillerin bilinçaltında biz ve öteki algısı keskin çizgilerlerle kazınmış ve mülteciler öteki olarak kodlanmıştır. 11 Eylül sonrası hegemonik güçlerin Müslümanları terörist olarak lanse etmeleri ne yazık ki ırkçılıktan beslenen kesimi derinden etkilemiş ve bu kişiler mültecilere karşı küresel Batı zihniyeti ile aynı tavrı sergilemekten kaçınmamışlardır.

Sosyal dışlanmaya maruz kalan mülteciler, kendilerini daha güvende hissedebilmek için gittikleri ülkelerde ikinci bir yıkımla karşılaşmış ve yeni çareler aramaya koyulmuşlardır. “Öteki” olarak damgalandıkları için istihdam sorunu yaşmış, ağır koşullarda çalıştırılmış ve sosyal alanda kendilerine bir yer bulamamışlardır.

Mültecilerin ülkeye girişi elbette bir sisteme tabi olmalıdır ancak ülkeye giriş yapan ve burada bir hayat kurmaya çalışan insanlara karşı kin ve nefret beslemek ve dışlayıcı bir tavır içinde olmak iç karışıklık, huzur ve kaos dışında hiçbir şey getirmez. Unutmayalım sevgi kazandırır, şiddet kaybettirir…

Ötekilerin Hikayesi 2

Mülteci halklara yönelik ayrıştırıcı tavırların Fransız İhtilali ile birlikte ortaya çıktığı ifade edilse de bu tür çatışmaların tarihin başlangıcından beri var olduğunu görüyoruz. İnsanın bencilliğinin ve her şeye tek başına sahip olma hevesinin sonucunda ortaya çıkan bu hastalık, bugün olduğu gibi geçmişte de büyük yıkımlara ve katliamlara sebebiyet vermiştir.

Biliyorsunuz Fransız İhtilali ile birlikte Batı’da yaşanan dönüşüm “beyaz adam”ın üstünlüğüne dayanıyordu ve bunun dışında kalanların hepsi beyaz adama hizmet etmek için vardı ve düzen bu şekilde devam etmeliydi. Bu anlayış sinema ve sosyal medya üzerinden hızla yayıldı ve esen rüzgârdan sadece onlar değil biz de etkilendik ve kendimizi alt sınıf varlıklar olarak görmeye başladık.

Peki, temeli şiddet ve nefrete dayanan bir anlayış nasıl oldu da bu kadar kabul görebildi? Ahlâken olgunlaşamamışsak bizden daha aşağı olduğuna inandığımız bir kişi ya da kitle oluşturur ve her zaman bu kitleden daha iyi, daha üstün olduğumuza inanır ve ezici tavırlar sergilemekten kaçınmayız. Ruhsal dünyamızda gelişen bu hastalık bulaşıcı bir etkiye sahiptir ve hızla yayılır. Fakat biz bu hastalığı ırkımızın, soyumuzun, rengimizin üstünlüğü ile ilişkilendirir ve ötekileştirdiğimiz kesime karşı sopa olarak kullanırız. İmtiyazlı olduğumuza inanıp komplekslerimizin üzerine cila çeker ve kötü olarak damgaladığımız kesime her türlü şiddeti reva görmeye başlarız. Merhametimiz körelir, acıma duygumuz kaybolur ve insan bedenine gizlenmiş bir canavara dönüşürüz. Dinimiz bu hastalığın yayılmaması için tüm insanlığı adaletin şemsiyesi altında bir araya getirir ve kardeşlik ilkelerini güçlendirmemizi ister. Peki, bugün bu görevi kim üstlenecek? İnsan olduğunu iddia eden herkes zayıf bırakılmışlara uzanan sopanın kırılması için elinden geleni yapmalıdır, yapmak zorundadır.

Her nedense illegal örgütler, teröristler, suç odaklı gruplar ve çatışmalar hep öteki olarak görülen halkların topraklarında ortaya çıkıyor… İlginç değil mi? Beyaz adam geri kalmış, özgürleşememiş ve çağa ayak uyduramamış ve barbar olarak gördüğü bu toplumların kucağında örgütler üretiyor ve istediği zaman bu örgütleri kullanarak ürettiği kiri bizim üzerimize serpiyor… Ve siyasilerimiz, aydın ve düşünürlerimiz başlarını eğmiş sessizce bekliyorlar… Ne garip değil mi?

Hatırlarsınız 25 Mayıs 2020’de Amerika’da beyaz bir polisin siyahî bir kişinin boğazından bastırarak ölümüne neden olması bütün dünyada yankı uyandırmıştı. Bu durum ABD’nin siyahîlere ve öteki olarak gördüğü halklara karşı uyguladığı ayrımcılığın bir göstergesiydi ve sık sık yaşanıyordu. 25 Mayıs’ta yaşanan olay basına yansıyınca tepkiler arttı ve ezilen, dışlanan ve yakınları katledilenler ayaklandılar ve ABD’de ve Batı’da yaşanan ırkçılığa işaret ettiler. Fakat bu zihniyet için beyaz adam dışındakiler öteki idi ve şiddeti hak ediyorlardı.  Onlar çöplere konmuş bir sinek gibiydiler ve beyaz adamın sahip olduğu imkânlara asla sahip olamayacaklardı…

Fatma Tuncer

Kaynak: https://www.milligazete.com.tr/makale/15225601/fatma-tuncer/otekilerin-hikayesi-1

https://www.milligazete.com.tr/makale/15233781/fatma-tuncer/otekilerin-hikayesi-2