İnsan ve Değer Hareketi genel başkanı Zekeriya Şengöz’ün Boğaziçi Derneği’nde Ramazan Bayramı Bayramlaşma programında yaptığı konuşma

Rahmetinin bir tecellisi olarak bizleri yoktan var eden, sayısız nimetler lütfeden, yeryüzünde iyiliği, ihsanı, hayrı ve marufu üstün kılmak için elçiler gönderen ve bizi bu bayrama nice günlerden, nice iftarlardan, nice sahurlardan sonra kavuşturan Rabbimize hamdü senalar olsun. Malatya’nın farklı bölgelerinden ve il dışından zahmet ederek gelip de bu bayramlaşma programına katılan siz değerli kardeşlerimi saygı, sevgi ve hürmetle selamlıyorum.
Hepiniz hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtuluş olan bir Ramazan ayını geride bırakarak hep birlikte bayrama erişmiş bulunuyoruz.
Değerli Dostlar, mübarek Ramazan Bayramınızı canı gönülden tebrik ediyorum. Bayramın ülkemiz, milletimiz ve İslam âlemi için barışa, huzura ve esenliğe vesile olmasını diliyorum.

Bizleri sevdiklerimizle beraber, sağlıklı ve âfiyet içinde bir bayrama daha kavuşturduğu için Rabbime hamd ediyorum.

Ramazan ayı, sadece bireysel ibadetlerin yoğunlaştığı bir zaman dilimi değil, aynı zamanda ilahi mesajın, vahyin öğretilerinin ve Peygamber (s.a.v.)’in örnekliğinin hayatın her alanına yansıması gerektiğinin daha çok hatırlandığı, insanların derin bir iç hesaplaşma yaşadığı müstesna bir aydır.
Müslümanlar için Ramazan, yalnızca oruç, namaz ve dua ile manevi arınma süreci değil; aynı zamanda mazlumların yanında durmanın, adalet ve merhamet değerlerinin yeniden ihya edildiği, paylaşımın zirve yaptığı, kimsesiz, yetim, yoksul ve muhacirlerle yardımlaşmanın bir vesilesidir.

Bu mübarek ayda, ibadetleri yoğunlaştırmanın yanı sıra, mazlumların yanında ve zulme karşı onurlu duruş sergileyenlerle dayanışma içinde olmanın bir fırsatı olarak da değerlendirmeliyiz Ramazan’ı elhamdulillah. Geçirdiğimiz bu mübarek Ramazan ayı, Kur’an’ın evrensel mesajları doğrultusunda yeniden düşünmek, inançlarımızı toplumsal sorumluluk bilinciyle pekiştirmek açısından büyük önem taşımaktadır.

Unutmamalıyız ki bu süreçte, zulme karşı sessiz kalmamak, mazlumların sesi olmak, Kur’an’ın adalet, merhamet ve direniş mesajlarını hayatın her alanına yansıtmak hepimizin asli görevi olmalıdır.
Bugün, aynı dinin ve aynı inancın neşesiyle yüreklerimizi birleştireceğimiz, kardeşliğimizi güçlendireceğimiz, kırgınlıklarımızı onaracağımız bir gündür. Bugün, sevinmenin ve sevindirmenin ibadet olduğu bir gündür. Bugün, evlerden evlere, mahallelerden mahallelere, semtlerden semtlere sevgi, merhamet ve iyilik taşıyacağımız bir gündür.

Bayramlar, bizleri istikbale taşıyan ve tarih sahnesinde Müslümanlara süreklilik kazandıran en müstesna zaman dilimleridir. İman kardeşliğinin tezahür ettiği sahnelerdir. Müslüman kalma şuurumuzu diri tutan günlerdir.

On bir ayın sultanı olan Ramazan-ı Şerif’i, Gazze’nin yanı sıra gönül coğrafyamızın farklı köşelerinde yaşanan acılar ve zulümler sebebiyle buruk karşıladık ve hüzünlü geçirdik. Gazze, 7 Ekim’den beri sadece bizim değil, tüm insanlığın kalbinde kanayan bir yara haline geldi. Savaşta bile dokunulmaması gereken hastanelerin, okulların, camilerin ve kiliselerin bilerek bombalandığı bir vahşet sahnesiyle karşı karşıya kaldık.

7 Ekim’den beri katledilen yaşlı, çocuk, kadın ve tüm Filistinli kardeşlerimize Allah’tan rahmet; yüz binlerce yaralı kardeşlerimize de Rabbimizden acil şifalar niyaz ediyoruz.

Filistin halkı ve Gazzeli kardeşlerimiz, işgalci siyonist soykırımcı İsrail’in sistematik saldırılarına maruz kalıyorlar. Tüm zorluklara rağmen, tarihte eşi benzeri az görülmüş bir direniş ve sabır örneği sergileyen Gazze, sadece askerî veya siyasî bir mücadele değil, aynı zamanda bir iman ve ahlak mücadelesi ortaya koymuştur. Gazze, Kur’an ayetlerinin adeta canlı bir şekilde yaşandığı, sabrın, metanetin ve tevekkülün gerçek anlamda tecessüm ettiği bir coğrafyaya dönüşmüştür.

Gazze ‘Kur’an’ın tefsir edildiği şehir’ desek, yeridir. Hem de öyle bir tefsir ki ne rivayet tefsiri ne de dirayet tefsiridir onların ki. Onların tefsiri ayetleri birebir yaşayarak, ayetlerin ete kemiğe dönmesini sağlayan “teslimiyet” tefsiridir. Onlar okudukları ayetler üzerinde o kadar uzun süreli tartışmalara girmeden hemen yaşama aktaran bir ekolü geliştirmişlerdir.

Onların ayetleri nasıl anladıklarını, nasıl tefsir ettiklerine Bakara Suresi 214. ayetin örnekliğinden bakalım. Ayet şöyle başlar: “Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri size de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız!”

Bizden öncekilerin başına gelenlerin aynısı hatta misli ile Gazzelilerin başına geldi. Hz Peygamber döneminde Bilal Habeşi’yi, inkar etmesi için kızgın kumların üzerine yatırıp kaya parçalarını göğsünün üstüne koyarlardı. Bugün Gazzelilerin başına evlerinin tamamı yıkılıyor ve bedenlerinin tamamı o yıkıntıların altında kalıyor. Yine peygamber döneminde demirci olan Habbab bin Eret’i kor ateşler üzerine yatırırlardı, vücudunun belli yerleri yanardı. Bugün Gazzede ise evler, hastaneler cayır cayır yakılıyor, onların bütün bedenleri yanıyor, adeta Ashabı Uhdud olayı gibi.

Firavun, Allah’a ve Hz Musa’ya iman eden sihirbazların ellerini ve ayaklarını kestirirken, bugünkü Firavunlar ise Gazzelilerin bütün bedenleri parçalıyorlar, ceset parçalarını ancak poşetlere koyabiliyorlar. Allah Rasulü ve kendisine inananlar Şibi Ebi Talipte mahallesinde boykota alınmışlardı, yiyecek ve içecek satılmıyor, açlıktan kırılıp ölmeleribekleniyordu. Aynı muamele bugün bütün Gazze’ye uygulanmakta, yiyecek girişi yasaklanmış durumda.

İşte Gazzeliler ayetleri böyle tefsir etmekteler. Bugün Gazzeliler imanlarından dolayı sabredip cenneti kazanacaklardır ama izleyen bizlerin akıbeti ise meçhuldür kardeşlerim.

Şu durumu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Gazzeliler ayetleri o kadar güzel yaşamaktadırlar ki, ellerinde bir yıldan fazla süre esir kalan ve esir takasında serbest bırakılan Yahudi asker yazdığı mektupta “şayet bir daha Gazze’ye dönecek olursam ancak sizinle beraber bir mücahit olarak savaşmak için dönerim” diye yazıyor.

Adeta Hz Muhammed’i öldürmeye gelen Hz Ömer’in Müslüman olmasına yakın bir vakıa ile karşılaşabiliyoruz.

Değerli kardeşler,
Bu mübarek Ramazan ayının hürmetine Gazze cihadı üzerinden Kur’an’ın evrensel mesajlarını derin bir tefekkürle zihnimizde ve benliğimizde yeniden anlamlandıralım. Ramazan’ın son günlerinde ateşkesin Siyonistler tarafından bozulmasıyla, son derece vahşi ve zalimane bir süreçte katliamlarına devam ediyorlar. Küresel düzenin sahipleri ve onların propaganda mekanizmasına boyun eğenler, bu vahşet karşısında dahi adaleti ve vicdanı tanımadılar.

Bu olaylar yaşanırken biz Türkiyeli Müslümanlar olarak ancak küçük gruplar halinde gösteri ve yürüyüşlere verdiğimiz destekler, konferanslar ve Gazze temalı sohbetler dışında, tüm dünyayı titretecek direniş ve eylemleri ortaya koyamadık. Bu durum maalesef çok düşündürücüdür.
Başka ülkelerde yüz binlerce insan, yolsuzlukları protesto etmek için sokağa dökülürken, bizde hırsızlık yapanları korumak ve cezalandırılmalarına engel olmak için on binler sokaklara çıkılıyorken ne yazık ki Gazze’de yaşananlara karşı dilsiz ve lal kesiliyorlar.

Bu bayramda biz Müslümanlar, öncelikle Allah için mücadele etmenin bedel ödemeyi gerektirdiğini aklımıza kazımalıyız. İzzetli bir hayatın bedel ödemeden mümkün olmadığı açıkça görülmüştür.
Hakikaten Gazze, hayatın daha fazla konfor, servet biriktirmek ve benzeri dünyevî endişelerle değil; salih tutum ve yönelimlerle değer kazandığını göstermiştir. ‘İnandık’ demekle bırakılmayacağımızı, mutlaka sınanacağımız hakikatini bir kez daha hatırlamamıza vesile olmuştur.

Rahmet ve merhamet ayı olan bu mübarek ayın sonunda bayramımızı tebrik ederken, içimizi biraz sevinçle dolduran Suriye mücahitlerinin devrimlerinden de bahsetmeden geçmeyelim. 13-14 yıllık bir zulüm, katliam ve yıkım sürecinin bilançosu çok ağırdır:
Hama, Halep ve Şam’ın kenar semtleri tamamen Gazze gibi yıkılmış, harabeye dönmüş; bir milyona yakın insan katledilmiş; çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden on milyona yakın insan ülkelerini terk edip muhacir durumuna düşmüştür.

Bu sürecin ardından, pek de beklenmeyen bir zamanda ve tahayyül edilemeyecek bir hızla gelen bu zafer, gerçekten inanılır gibi değil. Tüm bu uzun zaman diliminde o kadar çok zulme şahitlik edildi ki, sanki Suriye’de iyi bir haber almak imkânsız gibiydi. Suriye zaferi, yaklaşık 14 aydır Gazze ile burkulan, daralan, sıkışan yüreğimize bir inşirah, bir teselli oldu. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, nifak ehli bu zaferin arkasında yabancı ve karanlık eller aramaya yöneldi.

Oysa bu zafer, bizler açısından Rabbül Âlemin’in sabırla, azimle ve tevekkülle kendine yönelen muhacirlere bir yardımıdır. Çokça hamd etmemizi gerektiren bir lütuf, bir ihsaneydi.

Suriye I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Daha sonra Fransızlara karşı verilen mücadele ile bağımsızlığına kavuştu. Ancak ardı ardına gelen darbelerle ülkede huzurlu bir ortam tesis edilememişti. 1963’te gerçekleşen bir darbe ile ülke ağır bir tahakküm altına girdi.

1970’ten sonra ise Suriye’de Esed ailesinin diktatörlüğü başladı. Baba Hafız Esat ülkeyi tam bir istihbarat devleti şeklinde baskı ve zulüm ile yönetti. Müslümanlara karşı yapılan büyük baskı ve zulümlere karşı 1982’de İslami uyanışın başlattığı mücadele özellikle Hama’da büyük bir katliamla bastırıldı.

Hama katliamında İhvan-ı Müslimin mensupları ve halktan 26 bine yakın Müslüman katledilmiş ve on binlerce Müslüman zindanlarda çürümeye terk edilmişti.

2011 yılında Arap Baharı ile başlayan özgürlük umudu filizlendiğinde Suriye halkı sevinmiş ve heyecanlanmıştı. Korku duvarları yıkılmış, halk kendine gelmiş, Esed diktatörlüğüne karşı taleplerini yükseltmeye başlamıştı. Ancak süreç halkın lehine gelişmedi.

İslami muhalefetin alternatif olmasını kabullenemeyen uluslararası güçlerin bu zulme sessiz kalması ve zulme karşı ayağa kalkan kesimlerin aralarında ittifak sağlayamaması, birbirleriyle ihtilafa düşmesi, oğul Beşar Esed rejiminin iktidarını korumak adına Rusya ve İran’ın Suriye’deki katliamlarına göz yummasına imkan tanıdı. Neler yaşanmadı ki!

Göstericilerin kurşunlanması, kitlesel katliamlar, varil bombaları, işkencede ölümler, yüz binlerce Suriyeli kadın ve erkeğin hapishanelerde ağır işkencelere maruz kalması, insanlık suçu işlenerek ölüme terk edilmeleri ve yetim bırakılan yüz binler… Yine 10 milyona yakın Suriyeli ailenin yurdundan tehcir edilmesi… Daha neler neler…

Suriye halkı, iradesine sahip çıkma çabasının bedelini çok ağır ödedi. Rejimin vahşetine ilaveten bu süreçte IŞİD musibeti, en küçük bir umut ışığını dahi söndüren bir karanlık gibi çöktü her yere. Yetmedi, PKK/PYD yayılmacılığı ortaya çıktı. Emperyalist güçlerin verdiği destekle giderek büyüyen bu şebeke, Suriye halkının üzerine kabus gibi çöktü.

Ama mücahitler vazgeçmedi. Kararlılıklarını korudular, Rabblerine tevekkül ettiler, O’na güvendiler, yardımı O’ndan bekleyip O’na sığındılar. Mücahit kadrolar kendi aralarında birlik sağlayıp saflarını pekiştirdiler. Rabbimizin yardımı o zaman geldi.

Dinine yönelenlere, hak için mücadele edenlere Allahü Teâlâ da yardım etti ve onların ayaklarını sabit kıldı. İdlib tecrübesi, çok büyük kazanımların elde edildiği bereketli bir süreç oldu.

Bu süreç, mücahitlerin kendilerini yetiştirmeleri, eksikliklerini tamamlamaları ve halkla ilişkilerini geliştirmeleri açısından devrime büyük değer kattı. Beş yıla yaklaşan bu zaman diliminde her açıdan bir inşa ve imar faaliyeti icra edildi. Aralarında hem askerî hem de manevi eğitime büyük önem veriliyordu.

Gariplerin devrimine endişeyle bakanların iddialarını değerlendirmek de gerekiyor. “Siyonist çetenin, İsrail’in ve ABD’nin onayı olmadan bu devrim gerçekleşmezdi” deyip, Suriye topraklarına yönelik başlattığı yoğun saldırılara neden karşılık verilmiyor diye soruyorlar.

İşgal çetesinin, Esed iktidarının çökmesi üzerine harekete geçip bir yandan işgal altındaki Golan topraklarından daha ileri mevzilere ilerlemesi, diğer yandan da Suriye ordusuna ait silah depolarını, savaş uçaklarının bulunduğu havaalanlarını, askerî gemilerin bulunduğu limanları ve askerî tesisleri bombalamasını gerekçe göstererek zihinlerde şüphe oluşturmak kabul edilebilir bir durum değildir. “Neden İsrail ile savaşmıyorlar?” şeklindeki propaganda yersizdir.

Öncelikle, işgal çetesinin sona yaklaştığı iddiası doğru değil. Zaten Golan Tepeleri ellerinde, Kulan Aşık tampon bölgesine girdiği doğru, Şeyh Tepeleri’ne mevzilendiği de biliniyor. 1967’den beri Baas rejiminin yapamadığını, birkaç günlük devrim yönetiminden beklemek adaletsizlik olur.

Daha ordusunun nerede, depolarının ne durumda olduğunu, hangi silahlara sahip olduğunu bile bilmiyorken, hiçbir hava savunma sistemine sahip değilken, devrimci mücahitlerin İsrail’e karşı savaş açmasının imkânsızlığı ortadadır.

Asıl soru şudur: Neden İsrail, Suriye ordusuna Esed iktidardayken değil de devrildikten sonra saldırma ihtiyacı hissetmiştir? Bu durum, devrimcilerin Siyonistlerce açık bir tehdit olarak algılandığını göstermektedir.

Gerçekten de Esed iktidarını devirip Suriye’de yönetime gelen mücahitlerin dünya görüşü, motivasyonu ve gelecek tahayyülleri herkes tarafından bilinmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye devrimine verdiği destek, siyasi, politik ve uluslararası stratejiler açısından önemlidir. Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma çabası, tüm emperyalist güçlerin ülke içindeki operasyonlarına son verip Suriye’yi terk etmeleri gerektiği yönündeki tutumunu takdirle karşılıyoruz. Bu noktada, Türkiye’nin Suriye siyasetine verdiği desteği açıkça belirtmek isteriz.
Suriye mücahitlerini bekleyen sıkıntılı süreçler elbette çoktur. Ancak Rabbimizin yardımıyla mücahitlerin Suriye’de ulaştığı zafer, sadece Suriye için değil, tüm İslam dünyası için büyük bir kazanımdır.

Çok uzun süren mücadeleye ve ödenen ağır bedellere rağmen, sabır ve sebatla zafere ulaşılması, başta Gazze olmak üzere yeryüzünün dört bir yanında büyük sıkıntılar, zorluklar ve kuşatılmışlıklar içinde imtihanlardan geçen tüm kardeşlerimiz için bir örnek, bir müjdedir İnşallah.
Bu durumda özellikle Suriye dışındaki bütün Müslüman camia ve cemaatlerin yeni oluşuma destek vermeleri, ziyaret edip yalnız bırakılmamaları, batılı devletlerin onları kuşatıp kendi çizgilerine çekmelerine engel olmaları gerekmektedir. Bu devrim milyonlarca insanın kanı üzerinden gerçekleşti. Kanla kazanılan devrimin masada kaybedilmemesi için çabalanmalıdır.
Değerli kardeşlerim tekrardan bir başlık açarsak;
Ülkemizde PKK’nın silah bırakarak kendisini feshetmesiyle ilgili gündem de yakından takip edilmektedir. Elbette terörün ülkemize, vatandaşlarımıza ve ekonomimize verdiği zararın haddi hesabı yoktur. Kırk yılı aşkın süredir ülke evlatlarının can verdiği, katledildiği, dul ve yetim bırakılan ailelerin acısını düşünürsek, bu zararın neresinden dönülürse o kârdır.

Yine terörün en büyük etkilerinden biri de özellikle oluşturdukları baskı ve kaos ortamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Müslüman halkın çocuklarının Marksist ve sol düşüncenin kucağına itilmiş olması islamı ve Müslümanlığı terk etmeleridir.Bu duruma sessiz kalışımızın faturasını ağır ödeyeceğimiz bilinmelidir.

Devlet Bahçeli’nin çağrısı üzerine Erdoğan’ın da destek verdiği “silahları bırak ve kendini feshet” talebi karşılık buldu. Aklı selim her çevre bu talebe olumlu baktı.

PKK’nın kongre ile kendini sonlandırması bekleniyor. Örgüt adına görüşmeler yapan DEM Partililer arabuluculukta mesafe alıyor gibi görünüyor.
Dikkatle yürütülen bu sürecin kamuoyunda ihtiyatlı bir iyimserlikle takip edildiği görülmekte. Sürecin nasıl ilerleyeceği şimdilik bilinmiyor; muhtemelen taraflar bir takvim üzerinde anlaşmış olmalıdır. Bununla birlikte, tarafların iradesini aşan zorlukların varlığı da sır değil.

Öcalan’ın pozisyonu, silah bırakan PKK unsurlarının akıbeti, ülke dışındaki veya cezaevlerindeki örgüt mensuplarına ilişkin bir düzenleme yapılıp yapılmayacağı belirsizdir.

ABD destekli PYD/YPG’nin bu sürece dahil olmak istemeyeceği de bilinmektedir.

Diğer taraftan, iktidar ısrarla “pazarlık yapılmadığını” beyan etse de, örgütün kuruluşuna, varlığına ve mücadelesine gerekçe gösterdiği Kürt sorununa yönelik idari ve hukuki düzenlemelerin yapılıp yapılmayacağı merak konusudur.
Nitekim anayasal vatandaşlık tanımının değişeceğine, Kürtçenin kullanımına ilişkin kısıtlamaların kaldırılacağına, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılacağına dair iddialar dillendirilmektedir.

Açıkçası, Kürt ulusçuluğu temelinde örgütlenmiş ve şiddete taparcasına bağlanmış, son dönemde ise tamamen emperyalist güçlerin taşeronluğuna soyunmuş bir yapının tasfiyesi, başta Kürt halkı olmak üzere herkesin lehinedir.

Bununla birlikte, sorunu doğuran Türk ulusçuluğu zihniyetinin ve onu ortaya çıkaran Kemalist rejim ideolojisinin çarpık demokrasi anlayışının varlığını tartışmadan, sadece Kürt sorunu değil, bu ülkede hiçbir sorunun ciddi manada çözülemeyeceği gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Bu esaslardan hareketle, yaşanan süreci olumlu bir adım olarak görmekle birlikte, adil ve kalıcı bir çözümün mutlaka resmî ideolojiyle köklü bir hesaplaşmayı gerektirdiğini bir kez daha hatırlatıyoruz. Çözüm, Kemalist anlayışın tasfiyesi ve ümmet zemininde birliğin sağlanmasıyla mümkündür.

O kadar konuşulacak çok meselemiz var ki ancak bunlarla yetinelim. Tekrar hepinizin bayramını tebrik ediyorum, bütün aile bireylerinizle beraber sağlıklı ve mutlu bayramlar geçirmenizi diliyorum. Allah’tan bu mutlu günde bayramlaşamayan coğrafyalardaki kardeşlerimizin de bayramlarını huzurlu ve mutlu geçireceği günleri görmemizi hepimize nasip etmesini diliyorum. Hepiniz Allah’a emanet olunuz.