Anlamlı Bir Hayat- Necdet Subaşı
İnsan ve Değer Hareketi’nin çok değerli katılımcıları, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Burada öğrencilik yıllarımdan tanıdığım ama dinamizmlerini hiçbir şekilde kaybetmemiş çok saygıdeğer büyüklerim var. Onlara hayranlıklarımı ifade etmek istiyorum. Kırk yıldır aynı hikâyeyi, aynı dille, aynı sesle ama kuşkusuz daha motive olmuş bir şekilde sürdürmelerine hem şaşırıyor hem de bundan aşırı derecede heyecan duyuyorum. Hikâye bitmemiş, bunu görebiliyorum, onun için bu vesileyle kendilerini huzurlarınızda selamlamak istiyorum.
Tabii ben konuşma için davet aldığımda başlığın felsefi bir çerçevede mi yoksa aile içi bir muhabbet içerisinde mi yapılacağı konusunda tereddüt içindeydim. Bu konunun kuşkusuz entelektüel bir zemini var ve anlam arayışı, başta felsefe olmak üzere pek çok alanda, özellikle de teoloji ve ilahiyatta çok konuşulan bir kavramdır. Bunların arasında gidip geldim; ancak söze başlamadan önce de dile getirmem gereken birkaç nokta var. İzin verirseniz onlara değinmem gerekir. Birincisi, benden önceki konuşmacının konuşmasını dinledikçe sık sık kendi konuşma metnimi revize etmek zorunda kaldım, çünkü kimi yerlerde onu tekrar etmek durumunda kalabilirdim ve bu da dinleyiciler açısından sıkıcı olabilirdi. İkincisi ise, herkesin başına gelebilecek şeyler. Bu akşam garip bir şekilde kesintili uyudum. Gerçi yatak güzeldi, otel de güzeldi ama bir yandan kaplıcanın alışık olmadığım şekilde damarlarımı harekete geçirmesi, bir yandan da alışkanlıklarımı zorlayıcı ritmi beni bir hayli sarsmış olmalıydı. Nihayetinde de hayat böyle bir şeydi ve bunların arasında anlamı konuşacağız. Bütün bunların hepsi zaten anlamı oluşturuyor. Dolayısıyla bu revize edilmiş konuşma içerisinde olabildiğince içeriden konuşmaya çalışacağım.
Tabii anlam arayışı, çok zor bir konu, öyle üç derste güzel konuşma sanatı, beş derste karşıdakini ikna etme sanatı, altı derste anlamlı dünya kurma sanatı gibi ele alınacak bir mevzu değil. Esasen bunların çoğunun da eğlenceli ve uyduruk olduğunu biliyoruz. Bunları tecrübe ettik, epey de para vermişizdir onlara ama bir işe yaramadığını da hayat bize sıklıkla göstermiştir. Ayrıca insan, bunları hayat içinde öğreniyor, deneyimle kazanıyor. Dolayısıyla anlamlı bir hayat kurma konusunda, “Şöyle yaparsanız bundan sonraki hayatınız çok başarılı olur” önerisinde bulunmak, sadece eğlenceli ve içi boş bir öneri olacaktır. Çünkü kendisini kurtaramamış bir adam başkalarına ne öğretebilir ki. Onun için bir kişisel anekdotla başlayarak önce kendimi açmayı, sonra da konu üzerinde ilerlemeyi ve mümkün olduğu ölçüde de sizleri huzursuz etmeyi planlıyorum.
1984 yılında ilahiyat fakültesinin son sınıfına geldiğimde, içinde bulunduğun ortam, dâhil olduğum ideolojik frekans, bana “Artık sen kemale erdin, her şeyi biliyorsun” demeyi öğretmişti. Çok gençtim ama ne hikmetse her şeyi halletmiş bir havadaydım. Bulunduğumuz camia ya da cemaat ve içine dâhil olduğumuz motivasyon, bize o kadar yüksek bir özgüven kazandırmıştı ki şu karmaşık ve kaotik dünyayı bize verseler hemencecik düzeltiriz havasındaydık. Hâlbuki daha Edirne’yi görmemiştim, Marmaris nedir bilmiyordum, Muğla nerededir haberim yoktu, Hakkâri’de neler oluyor bilmiyordum, Mardin’de yaşayan birinin Türk toplumu içinde kendine nasıl bir yer açtığını bilmiyordum. Ama ne gariptir ki hepsini halledecek çözümlerimiz vardı. O zamanlarda Seyyid Kutub’u, Ali Şeriati’yi, Muhammed İkbal’i ve ayrıca Türkiye’den de hatırı sayılır pek çok kişiyi okuyorduk. Okuduklarımıza bakarsak yolda kalma ihtimalimiz hiç mi hiç yoktu.
İlahiyat fakültesinde okurken 12 Eylül darbesi gerçekleşmiş, saygı duyduğumuz insanların birçoğunu kaybetmişiz, tabii canlarıyla mallarıyla değil; çekip gitmişler, hikâyeye veda etmişler, “Bizden bu kadar!” demişler. Sonra ihtilal döneminin psikolojisi içerisinde pek çok arkadaşımız kişisel dönüşüme uğramış, sıkıntı çekmiş, buraları terk etmiş, kaçmış, “hicret” etmiş. Bu arada bizim gibi yerinde kalanlar da un ufak olmamak için habire okuyoruz. Küçük dar cemaat yapıları içerisinde kendimizi, Türkiye’yi, ümmet-i Muhammed’i nasıl kurtaracağımızın hesaplarını yapıyoruz. Sanki Allah bize kurtarıcılık yazmış gibi… Adımız Mehdi ya da Mesih değil ama hepimiz dünyayı kurtarmak istiyoruz, bunun için harekete geçmişiz. Kurtarıcılığı kendi görevimiz olarak görüyoruz.
1984’te okulu zamanında bitiremedim, sınıfta kaldım. Kendi çapımda inanılmaz bir gerilim yaşadım. Sınıfta kalınca bütün bildiklerimin ileride bana ne ölçüde faydalı olacağı, benim yolumu istikamet üzerinde ne ölçüde tutabileceği konusunda açık tereddütler yaşamaya başladım. Bu iç hesaplaşmalar, öyle moda olduğu gibi, “Ben bunalımdayım, bana dokunmayın” tarzında değil, daha usturuplu daha ciddiydi. Her insan hayatında mutlaka bir defa yaşamıştır o tuhaf dönemleri. Şimdi çocuklarımız yaşayınca kaldıramıyoruz ama ben kendi zamanımda bütünlüklü olarak bu içsel gerilimi yaşadım. Kuşkusuz bu bir inanç problemi değildi. Haşa Allah’la olan ilişkimi gözden geçirmeye yönelik bir çaba da sayılmazdı ama işte öğrendiklerimizin bizi ne kadar taşıyacağı konusunda derin kuşkularımız vardı. Bir de bizim kuşak geçmişte, evveliyatta çok abur cubur şeyler okudu. Kurtarıcılık misyonu da olunca her şeyi okuduk. Sağdan okuyorum, soldan okuyorum. Bu arada içimde bir ukde var, akademisyen olacağım, ama mahalleyi de terk etmeden nasıl olabilirdim?
Sonra toparlandım ama o toparlanma sürecinde tabii ki bu oturumun da konusu olan anlam arayışı, çok daha sahici bir biçimde karşıma geldi. Mesela anne-babamla oturduğumda sanki başka biriyim, köye -Artvin Şavşat Karaağaç köyüne- gittiğimde başka biriyim. Bir şeyler sorduklarında “Ha evet öyle” diyorum ama ilk zamanlar, “Hayır öyle değil” diyordum. “Hayır, öyle değil” dediğimde yalnızlaşıyordum, “cins bir adam” oluyordum. Sonra “Öyle de düşünülebilir” demeye başladım. Herhâlde arada pedagojiden haberdar oldum, belki de sosyolojinin ayırdına vardım. Entelektüel arkadaşlarımla otururken onlara yetişmekte zorlanıyordum, onların kavramlarını ödünç alıyor, tabiri caizse nefes nefese peşlerinden yürüyordum. Kendimce avamdan saydığım insanların arasına girdiğimde de onları “Dünyadan haberleri yok” diye olabildiğince haşlıyor, eziyor, çiğniyordum.
Sonuçta atamam gerçekleşti. Tayin yerim belli olduğunda devletle, toplumla, gündelik hayatla, siyaset dünyasıyla, kendimle, nefsimle ve tabii ki Allah’la ilişkilerimin birbiriyle bütünleşik bir şekilde nasıl sürmesi gerektiği konusunda tam bir kargaşa içindeydim. Devletle ilişkilerimi kurduğumda öyle bir müfredattan geliyordum ki sanki iç dünyamda büyük bir gerilim yaşanıyordu. O zamanlar söz dağarcığımızda çok işlevsel olan “tağut”, “belam”, “tevhid” ve şirk gibi kavramlarımız vardı.
Sonra Allah’la ilişkilerimin giderek soyutlandığını ve bu hikâyelerden bağımsız olarak kurulmaya başladığını gördüm. Yani çok özel, ruhani, manevi bir temas var ama dünyayı nasıl tasarlayacağız konusuna bakmak yoktu. Çünkü başvurursam içinden çıkamıyordum. Kur’an, sünnet ve Müslüman geleneğinin oturmuş yapılarını hayata geçirdiğimde yalnızlaştığımı hissediyordum; bunların hayatta hiçbir karşılığı yokmuş gibi görünüyordu. Turgut Özal’la beraber çok hızlı bir sekülerleşme sürecinin içine girildi. Kenan Evren İslam’ı devletleştirme projesinde kayda değer bir çaba gösterdi. Bilindiği gibi din kültürü ve ahlak bilgi dersleri onun zamanında okullara kondu. O dönemki tepkilerde “Bu din benim değil” diye eleştirel bir hava da vardı. O zamanlar din derslerini İslamcı kategoride yer alanlar reddediyordu, şimdi ise sadece Aleviler reddediyor. Bu değişimi de dikkatli bir şekilde gözlemek lazım.
Sonra bir köye atandım ve arkamda Fizilali’l-Kur’an, Elmalılı Hamdi, Hasan Basri Çantay, Tefhimu’l Kur’an olan bir bagajla köye gittim. Köyün sizin beklentilerinizle uzaktan yakından bir alakası yok. Burada tütünden bahsediyor, köyün küçük magazin konuları var, arada bir yukarılardan taşınan siyasi tantanalar olsa da bu tantanalardan daha çok kahve edebiyatıyla konuşuluyor, ele alınıyor. Senin ömrünü çürütmeye niyetlendiğin konuların hiçbirinin gündelik hayatta esastan bir karşılığı yok. Siz onunla kendi aranızda debelenip duruyorsunuz. Ama kurtarıcılık misyonu bitmiyor, kasabayı kurtarmak lazım. Bu söylediklerime gülüp geçebilirsiniz ama Yanık Buğdaylar’da tavsiye edilen nedir? Oradaki baş kahraman Dikçe, nihayetinde köyü kurtarıyor. Minyeli Abdullah’taki Abdullah ne yapıyor? Sözüm ona Kahire ama aslında Türkiye’yi kurtarıyor. Peki Huzur Sokağı’ndaki Bilal ne yapıyor? Hepsi aşkla şevkle aynı şeyin derdinde, memleketi kurtarmak istiyor. Bizim kuşak, böyle bir kuşaktı.
Fakat fark ettim ki dâhil olduğum geleneğin zihnime yüklediği ya da benim yaşam biçimimi formüle ettiği şeyler, kuşkusuz çok değerli, besleyici ve sağaltıcı bir şeydi ama hayatta da hiçbir karşılığı yoktu. “Hayattaki karşılıklarını nasıl bulmak gerekir?” sorusunu tekrar Kur’an’a, Resulullah’ın sünnetine daha sıkı sarılırsam, üstelik bu problemleri yaşamış birisi olarak bakarsam, daha iyi anlayabilirim diye düşündüm. Bu arada da evlendim. Beni anlamlı kılan şeylerin çoğu, bizim hanım için hastalıklı şeylerdi. Mesela ben akşam bir şeye üzülüyorum, o ise ona üzülmeyi gereksiz buluyor. “Boşuna kendini yoruyorsun” diyordu.
Bütün bunları, eğlenceli bir resim anlatmak ve sizleri neşelendirmek için anlatmadığımın farkındasınız: Ben burada, bizim kuşağın yaşadığı çok ciddi gidip gelmelere, altüst oluşlara, bitimsiz gelgitlere dikkat çekmek için aktarıyorum. Yani öğrenme stratejilerini, sahip olduğumuz bilgileri hayatla karşılaştırdığımızda ikisinden biri teklemeye başlıyor. Hayata teslim olmayı seçtiğimizde bağlı olduğumuz referansları terk ediyoruz. Çünkü ona bakarsak hayatı kaçıracağız. Referans setlerini takip edersek bu sefer de şaşırtıcı bir şekilde karikatürize oluyoruz, sanki herkes bizimle dalga geçiyor, “Sen hangi dünyada yaşıyorsun?” diyorlar.
Bu arada Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz? diye bir kitap ortalıkta dolaşmaya başladı. Abdülkerim Süruş’un bir eseriydi. Bana kalırsa o hâlâ önemli bir çalışmadır. Gerçi şimdilerde Süruş alıp başını gitti, biraz mahallenin dışından dolaşıyor, oralarda bir yerlerden konuşuyor ama yine de onun Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz? kitabı oldukça verimli bir çalışmadır.
Dünyayı nasıl tasarlamamız gerekir? Bu dünya acaba bize ne gibi bir yaşama biçimi vaat ediyor? Doğal olarak Türkiye’de yeni zamanlarda “Din hangi formatta yer almalıdır?” diye çok ustalıklı bir proje zincirinin içinde kendimizi bulduk. Tarihselcilik, maslahat, sabit ve değişken, içtihat kapılarının açılması vs. Bunların hepsini tartıştık, kapıları sonuna kadar açtık. Ülkemizde bol miktarda müçtehidin varlığından haberdar olduk. Maslahatı o kadar derinlemesine incelemeyi başardık ki İslam’ı, dini, Kur’an’ı ve sünneti yaşadıklarımıza her fırsatta adapte etmekte hiç mi hiç zorlanmadık. Çok profesyonel bir dindar kuşağı olduk. Anladığımız din hiç açıkta kalmıyor, üzerinde karar kıldığımız bir şeyi onaylamaktan da geri kalmıyordu. Dolayısıyla din, din olmaktan çıkıyor, başka bir şey oluyordu. Bizim ona teslim olup onun bize ne söylediği konusunda bir arayış içinde olmak yerine tam aksi istikamette “Gel şurayı da meşrulaştır, burayı da bir adam yerine koy” deme noktasına evrilmiştik. Derken sivil toplum, cemaatler, topluluklar vesaire olarak maalesef dini bir aygıt, bir araç, bir manipülasyon unsuru olarak harekete geçirmekten geri durmadık ve darmadağın olduk.
Tabii ki bu süreçleri bir şekilde yaşayacaktık. Artık şu soruyu sormak zorundayız: “Hz. Peygamber efendimiz bugün yaşasaydı ne yapardı?” Tabii buna, yani ne yapacağına da tuhaf bir şekilde biz karar verecektik. Burada biz yaşıyorduk, dolayısıyla onun yerine de biz geçecektik. Hepimiz adını koymasak da “Kur’an’da şu ayetler sanki haşa Kur’an’ın ana yaklaşımına, Allah’ın çok özel diline yakışmıyor gibi” diyerek başladık onu kritik etmeye ve Allah muhafaza, belli bir noktadan sonra Kur’an üzerine konuşmaktan haz alan, bu şehvetle yaşamını sürdüren yeni bir dinî topluluk inşa ettik Türkiye’de.
Dolayısıyla öyle bir yere gelindi ki “Dini nereye oturtacağız, din nerede duracak?” diye insani bir duyarlılıkla arayış içerisine girdiğimizde dünya da çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Mesela küreselleşme diye bir kavram, neredeyse bütün sorunlarımızı kendisine bağladığımız veya faturasını kendisine çıkardığımız bir güç olarak önümüzde şekillendi. Etrafımızda gördüğümüz tuhaflıkları açıklarken şöyle demeye başladık: “Yani hocam ne yapalım, dünya değişti. Küreselleşme böyle bir şey. Bir dalga var ve bizi de alıp götürüyor.”
Sonra neredeyse dinî müfredatımız da dâhil, sekülerleşme kavramı gündeme girdi. Sekülerleşmeyi kavram olarak kendi lügatçesine dahil etmekte gecikmeyen Müslümanlar da çok sevdi. Gerçi sekülerleşmeye karşı direndiler ama her cümlelerinde sekülerleşmenin sınırlarına mahkûm olarak kullandılar. Hatta geçenlerde bir cuma hutbesinde de dinledim. Çok rahat bir şekilde kavramı kullanıyor, bir şey diyemezdim tabii. Bu kadar basit kullanımlara izin veren bir çeşitlilikte kavram tedavüle girmişti. Aslında kavramın karşılığı şuydu: İnsanları topluca dinden uzaklaştırmak, dinin kamusal alandaki ağırlığını, görünürlüğünü, etkisini zayıflatmak. Bu, normal insanlar veya toplum için beklenen bir şey ama dindarlar için dinin içini boşaltmakla eş değerde bir durumdur. İnsanlar kendilerini bir dinin içinde sayacaklar ama dinî bağlamlarının içinin boş olduğunu herkes çok rahat bir şekilde görecek.
Bu kavramlar eşliğinde kaybettiğimiz her şeyi küreselleşme, sekülerleşme, kadim bir meselemiz olan laiklik çerçevesi içerisinde konuşmaya başladık. Ancak bunları konuşurken bir de baktık ki geldiğimiz noktada, tam da böyle, bir anlam kaybına uğradığımız, bir kritik eşiğe ulaştığımız evrede dünya da elimizden çıkıp gitmiş. Artık bildiğimiz dünya değil ve “elimizden uçup giden dünya”yı yakalamakta da zorlanıyoruz. Bu sadece Müslümanlarla ilgili bir şey değil. Dünya gerçekten rayından çıkmış gibi. Hatta belki de bir kıyamet tahmini yapmaya fırsat verecek kadar dünya bize şekilsiz kötü örnekler sunuyor. Böyle bir bağlamda kuşkusuz bunlar yaşanacaktı ve hepimiz böyle bir durumun üzerimizdeki ağırlığını azaltmak, vurgularını zayıflatmak için “Ne yapabiliriz?” sorusunu belki çok ağır bir deneyimden sonra oturup konuşmaya başlayacaktık.
İnsan ve Değer Hareketi’nin de anlam ve değer konusunu gündemine taşımasını, bu problemli alanı halletmeye ya da problemli alanı görünür hâle getirmeye yönelik bir çaba olarak görüyorum. Bir vesileyle tekrar kutlamak isterim, çünkü bu konuları çok konuşmamız gerekiyor.
Şimdi bugün geldiğimiz noktada kabul etmek lazım ki bağlı olduğumuz referans setleri, kullandığımız, uyguladığımız eğitim müfredatı veya hayalini kurduğumuz insan yetiştirme düzeni, dâhil olduğumuz ve içinde kendimizi iyi hissettiğimizi düşündüğümüz kültürel bağlamlar, bizim kendi yorum trafiğimiz içerisinde karşılık bulan çok özel din yorumları, bugün bize heyecan verici bir gelecek sunmuyor. Burada bir problem var ve söz konusu problemi nasıl aşacağımızı hakikaten soğukkanlı bir şekilde oturup konuşmamız lazım. Siz buna ister anlam arayışı deyin ister İslam’ın kıyamete kadar Allah’ın oluncaya kadar koruma azmi deyin, bugün kabul etmek gerekir ki elimizdeki müfredat, müktesebat, kültürel bagaj, dinî yorumlar, kültür, bütün bunların sanki bir daha gözden geçirilmesi gerekiyor. Bir daha gözden geçirme fikri, alıp yeniden şekillendirelim, biçimlendirelim, tahkim edelim anlamına gelmiyor. Kuşkusuz bu, çok saygısızca bir talep olurdu. Kendimizi gözden geçirmekten bahsediyorum. Biraz daha ideolojilerden yalıtılmış, Allah ve Peygamber’in söyledikleri dışında hiçbir mutlakçı söyleme kulak vermeme, teslim olmama. Çünkü mutlakçı söylem çok yaygın. Şu anda din üzerine konuşuyoruz ama benim sosyal bilimlerdeki büyük üstatlarımın hepsi mutlakçıdır. Sözüm ona, “Bilimsel olan, eleştirel olandır.” denir ama hepsi bize kesin mottolar kurarlar. Hepsi bize “Bu iş böyledir, bu iş bitmiştir” der. Hatta Comte, çok eskiden, neredeyse 100-150 yıl önce dinin sonunun geldiğini söylüyordu. Şimdi medeniyetin sonu geldi diyenler az değil.
Dolayısıyla uzatmadan söyleyeceğim. Bugün hakikaten soğukkanlı bir şekilde konuşmak, bazı konuları ehline bırakmak, her konuyu her meclise taşımamak, sadakat ve vefa konusundaki yetersizliklerimizi sorgulamak gerekiyor. Konu komşu ziyaretlerini, sohbeti, sohbetin sıcaklığını yeniden güçlendirmek, ulemayı mindere çağırmak, pazara çağırmak, söze çağırmak ama onların belli bir usul içerisinde ortaya koydukları şeyleri de saygıyla, anlayışla karşılayıp bunlara uymak lazım. Maalesef bu konulardaki en büyük problemimiz; hepimizin müçtehit, hepimizin entelektüel, hepimizin dava adamı, hepimizin Allah’la sözüm ona tek başına görüşebilir oluşumuzdur. Dolayısıyla bir hocaya, bir bilgiye, bir uzmana ihtiyacımızın olmayışıdır. Allah’tan ki sağlık konusunda böyle bir şey yapamıyoruz. Bir yerimiz ağrıdığı zaman kasaba doktoruna bile teslim olma konusunda hiçbir korkumuz, kuşkumuz yok. Ama işte konu din olunca her şey değişiyor.
Herkesin fevri düzeyde konuşmaya başladığı bu hikâyeyi nasıl yumuşatabilir, nasıl düzeltebilir, içinden kendimizi ve çocuklarımızı nasıl kurtarabiliriz? Biraz bunu konuşmamız lazım diye düşünüyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
*Bu yazı İnsan ve Değer Hareketi tarafından düzenlenen İnsan ve Değer Şurası(2022)’nda sunulmuştur.