Maddeden Manaya İnsanın Anlam Arayışı/ Prof. Dr. Saffet Köse
Cenâb-ı Hakk’a hamdü sena, sevgili Resûlüne, âilesine ve ashabına salâtü selam olsun.
İnsan ve Değer Şûrası’nın kıymetli katılımcıları,
Hanımefendiler,
Beyefendiler.
Hepinizi hürmetle-muhabbetle selamlıyor, toplantımızın hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Şahsıma tevcih edilen konu vesilesiyle sempozyuma gelmeden önce, maddeden manaya insanın anlam arayışı konusu ile ilgili yayımlanmış bulunan bazı değerli çalışmalardan okumalar ve değerlendirmeler yaptım. Bunlardan birkaçını hatırlatmak isterim. İbrahim Kalın, Açık Ufuk kitabının bir bölümünde maddeden manaya anlam arayışı konusunda adı gibi ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bir diğeri küçük hacimli olmasına rağmen konu başlığı ile ilgili ekolleri inceleyen Muhsin Akbaş’ın Modern Felsefi Tartışmalarda Hayatın Anlamı kitabıdır. Bu ifadelerimle aynı zamanda bu iki çalışmayı tavsiye de etmiş oluyorum.
İnsanın anlam arayışı gündeme geldiğinde ilk akla gelen modern araştırmacı Viktor E. Frankl’dır (ö.1997). Onun İnsanın Anlam Arayışı kitabı alanın önemli çalışmalarından birisidir. Erol Göka’nın Hayatın Anlamı Var mı? adlı çalışmasını da hatırlatmak icap eder.
Klasik manada konu ile ilgili dikkate değer eser, İmam Gazzâlî’nin (ö.505/1111) düşünce hayatının seyrini özetlediği ve biyografisini anlattığı Türkçe’ye de tercüme edilen el-Münkız mine’d-dalâl’idir.
Konunun öncülerinden diğer bir ismin de Tolstoy (ö.1910) olduğunu hatırlatıp bu değerli çalışmalar çerçevesinde hayatın anlam arayışı ya da insanın anlam arayışı ile ilgili bazı değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Frankl’ın, “Dünyada bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket hayatının değerini bulamaması, onun anlamsız olduğuna inanmasıdır.” şeklindeki isabetli tespiti üzerinden söylemek gerekirse akıl, irade, vicdan, nefis bütünselliğinden oluşan insan, varoluşun anlamını bulmak zorundadır. Bu noktada ortaya çıkan boşluk yaşama sevgisinin kaybedilmesi, hayatın anlamının kaybolması demektir. İşte bu sebeple insan varoluşsal anlamda niçin yaratıldığını, neden dünyaya geldiğini, nereye gittiğini, niçin var olduğunu sorgulayıp hayatın anlam arayışını sürdürmek zorundadır. Zaten bu sorular insanın yakasını bırakacak da değildir. İç dünyası ona hep bu soruları fısıldayacak ve tatmin isteyecektir. Esasen bu aranan, huzurun arayışıdır. Bu nedenle insan sorgular, arar ve aradığına göre de şekillenir. Hz. Mevlana’nın (ö.672/1273) da dediği gibi: “Neyi arıyorsan O’sun sen!” Buna göre insan aradığına göre şekillenen bir varlıktır. Frankl’ın dediği gibi “insanın anlam arayışı hayatının en temel motivasyonudur. Anlam arayışında insan, yaptığı ve karşılaştığı her şeye bir anlam vermek zorundadır. Zira anlamsızlığın bıraktığı boşluk bütün derin, ruhi ve psikolojik sorunların ana sebebidir.” Bu nedenle insanın varlığını anlamaya çalışması çok önemlidir ve bu arayış çok değerlidir.
‘İnsanın anlamına değer katan, onu anlatan, varoluşunu belirleyen ana ilke, ana prensip nedir?’ diye bir soru sorulduğunda aslında biz bu konuya çok da yabancı değiliz ve sorunun cevabını da Yüce Yaratıcımıza vermiş varlıklarız. Kur’an’ı Kerim’in A‘râf suresinin 172. ayeti kerimesinde anlatıldığı üzere yaratılışımızın bir kesitinde yani “Elest Bezmi” olarak ifade ettiğimiz mecliste Rabbimiz ile aramızda geçen diyalogda bu cevap vardır! “Ulûhiyet-ubudiyet sözleşmesini” yaptığımız o mecliste aslında aradığımızı bulmuştuk. Yani Cenab-ı Hak bize: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye bize sordu ve biz de: “Evet, sen bizim rabbimizsin biz buna şahidiz” diye cevap verdik. Sonra Cenab-ı Hak, biz bundan haberdar değildik ya da atalarımızı bir yol üzerinde bulduk, onların itikadına uyduk gittik diye bir mazeret uydurma yoluna gitmememiz gerektiğini hatırlatmış ve böyle bir durumda bu sözleşmeyi göstermek üzere kayıt altına aldığını beyan etmiştir (A‘râf, 7/172-173). Aslında biz bahsettiğimiz bu sözleşmede aradığımızı bulduk. Orada Rabbimizi bulduk. Çünkü varoluşun sebebi budur. Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de: “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurur (Zâriyât, 51/56). Varoluşun anlamı rabbimizi tanıma ve O’na kulluk etmektir. Dolayısıyla asıl olan O’nu bulmaktır. Şöyle bir söz var: “O’nu bulan neyi kaybetmiştir, O’nu kaybeden neyi bulmuştur!” Mesele budur.
Aslında insanın yaratılışının gayesi ve hayatının anlamı noktasında elest bezmindeki “ulûhiyet-ubudiyet sözleşmesi” kilit noktayı oluşturur. Çünkü bir sözleşmeden bahsediliyorsa onun hükümleri ve tarafları vardır. Bu hükümlere göre hareket edilmediği takdirde o sözleşme bozulmuş olur ve anlamını yitirir. Rabbimiz bu sözleşme hükümlerinin bozulmaması hususunda da uyarılarda bulunmaktadır. Peki, ‘’biz bu sözleşme hükümlerini nerede bulacağız ya da nereden bileceğiz?’’ denilirse cevabı şudur: Cenabı-ı Hakk bu hükümleri Hz. Cebrail (a.s.) vasıtasıyla insanlar içinden seçtiği bir elçi ile kendilerine bildirmiştir. Bu dünyada muhtelif ayetlerde ifade edildiği üzere insanın hayatı kayda alınmakta olup bu esaslara ne kadar uygun yaşadığı ya da ihmal ettiğinin muhasebesi ahiret yurdunda yapılacaktır ve ebedi hayatı buna göre şekillenecektir (İsra, 17/13-14; Kehf, 18/49; Zilzâl, 99/7-8). Bu gerçeği bulan ve hesabına hazırlanan hayatını anlamlandırmış demektir.
Burada başka bir durum daha var. Konumuz açısından ona da dikkat çekmek yerinde olur. Kur’an-ı Kerim’de Allah ilk yaratılışta meleklerine bir “halife” yaratacağını haber verdiğinde melekler cevaben “kan dökecek, fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın” diye endişelerini dile getirdiler. Cenab-ı Hakk onlara: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” oldu ve insanı yarattı (Bakara, 2/30). Kur’ân-ı Kerîm’de Allah insanı kendi elleriyle yarattığını (Sâd, 38/75), ruhundan üfleyip halife sıfatını verdiğini ifade ediyor (Hicr, 15/29; Sâd, 38/72) ve meleklerine bu değerli varlık önünde saygıyla eğilmeleri talimatını veriyor, onlar da bu emri derhal yerine getiriyorlar. İblis ise insanın topraktan kendisinin ateşten yaratılışını daha hayırlı olduğuna yorumlayarak emre imtisalden kaçınıyor ve Cenab-ı Hak onu rahmetinden kovuyor. Bunun üzerine İblis: “Ya Rabbi! Madem beni bu Âdem yüzünden rahmetinden kovdun o zaman bana biraz süre tanı da ben Âdem ve çocukları ile uğraşayım.” şeklinde bir talepte buluyor ve Cenab-ı Hak da o mühleti veriyor. İblis sonrasında kararlı bir şekilde diyor ki: “Ya Rabbi senin kullarını mutlaka saptıracağım her yerde önlerine çıkacağım.” Bunu da nasıl yapacağını anlatıyor: “Ya Rabbi! Her insanın bir zaafı, bir zayıf noktası vardır. O damarı bulacağım ve oradan ayartıp saptıracağım.” Bu konu Kur’an’ı Kerim’de beş altı yerde anlatılır (A‘râf, 7/11-18; Hicr, 15/28-39; İsra, 17/61-65; Sâd, 38/71-83). Çünkü kıyamete kadar her bir insan için bu olayda çok önemli dersler vardır. İblis-insan ilişkisi de bunun üzerine kurulmuştur. Kazanan da kaybeden de buradaki tutumuna göre belirlenmektedir. Nitekim İblis ilk operasyonunu Âdem babamız ile Havva annemize yapmıştır ve bunda da başarılı olmuştur. Rabbimiz, Hz. Âdem babamız ve Hz. Havva validemizi cennete yerleştiriyor ve cennet ve nimetlerini onların emrine veriyor. “Şu ağaca yaklaşmayın” diye de bir yasak koyuyor, “İblis’e de dikkat edin, o size amansız bir düşmandır.” diye de uyarıyor. İblis intikam duygularıyla harekete geçiyor ve onların zayıf noktasının “ölümsüzlük duygusu” olduğunu tespit ettikten sonra Allah’ın kendilerine yasak ağaçtan yemeleri halinde ölümsüzlük ve sonu gelmez saltanata kavuşacaklarını telkin ediyor. Gerçekten insandaki en köklü duygulardan birisi ölümsüzlüktür. Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva (a.s.) İblise kanıp gidip o ağacın meyvesinden yiyorlar ve olanlar oluyor. Artık o andan itibaren insan için yeryüzünde varlık serüveni başlamış ve bu mücadele yeryüzüne taşınmış oluyor (Taha, 20/115-123).
Benzer bir süreç yeryüzünde devam ediyor. Cenab-ı Hak kâinatı emrimize amade kılmış (teshîr), kullanımımıza vermiş, içindekileri mübah kılmıştır. Ama bu etrafımıza yasak ağaçlar da dikmiş, bunlara yaklaşmama konusunda da uyarmış ve Âdem babamız ile Havva annemizin başına gelenlerden ders çıkarmamızı istemiştir. Etrafımızda dikilen yasak ağaçlar Allah’ın haramlarıdır. Psikolojik olarak yasağın insan için bir cazibesi vardır ve insan, yasaklanan şeye karşı merak içindedir. Belki de bu, onunla sınavın bir gereğidir. Ama şöyle de bir gerçeklik var. Cenab-ı Hak bu yasakların karşısında mutlaka ona ihtiyaç bırakmayacak alternatif helaller yaratmıştır. Bu, Hz. Ömer’in (r.a.) bir tespitidir. Der ki: “Allah neyi yasaklamışsa mutlaka ona ihtiyaç bırakmayacak bir helal yaratmıştır, neyi emretmişse de onun ifasını kolaylaştırmıştır.” Helalden gelen hazlar, zevkler haramlara göre çok daha kalıcı ve çok daha mutluluk vericidir. Günümüz psikoloji bilimi de ispat etmiştir ki, insan hazlarına sınır koymadan asla onu tatmin edemez. Hazları tatmin yolu onu sınırlandırmaktır. Bu da meşruiyettir, dini literatürdeki ifadesiyle iffettir. İffet, hazları helal dairesinde tutmaktır. İnsana özgürlük sağlayan da bunu sınırlardır. Eğer meşru yol ile hazlarınızı sınırlandırıyorsanız, siz özgürsünüz demektir. Nefsin sınırsız arzularını helal ile sınırlandırarak prangaları kırmak Allah’a yaklaştıran ve gerçek özgürlüğü sağlayan bir duruştur. Nefse köle olmakla Allah’a kul olmak arasındaki ince çizgi budur. Hz. Peygamber (s.a.s.) hadis-i şeriflerinde buyurur ki: “İnsanlar sabah evlerinden çıkıp giderler, işlerinin peşine düşerler. Akşam döndüklerinde ya nefsini satmış olarak ya da nefsine satılmış olarak evine dönerler.” (Müslim, “Taharet”, 1; İbn Mâce, “Tahâret”, 5; Tirnizî, “De‘avât”, 85). Nefsini satmak, helal ve haramlar arasındaki tercihte haramları bırakıp helalleri almak, nefsine satılmak da helaller varken, haramlara gitmek demektir. Allah helali, nefis haramı ister. Yani Allah’ın benim için çizdiği sınırlar içinde kalmam ya da onu aşmam arasındaki tercihimi bununla da Allah’ı mı nefsimi mi razı ettiğimi konuşmuş oluyoruz. Aynı konuda başka bir hadis-i şerifte ise: “Her kralın bir koruluğu olduğu gibi Allah’ın da bir koruluğu vardır.” buyurulur (Buhârî, “Îmân”, 39, “Büyû‘”, 2; Müslim, “Müsâkât”, 107; Ebû Dâvud, “Büyû‘“, 3…). İşte akşam geldiğinde haramlar varken, onları bırakıp helallerle yetinmişse, kişi nefsini Allah’a satmış demektir. Ama helaller varken harama gitmişse, haramdan almışsa nefsine satılmış, koruluğa girme yasağını ihlal etmiş demektir. Bundan çıkan neticeye göre kişi elinde vicdanı ile baş başa kaldığında kendini kontrol eder, nefsini satmışsa, kaldığı yerden azimle kararlılıkla devam eder ama nefsine satılmışsa ihlali Allah hakkı ile ilgili ise O’na tevbe eder, kul hakkına girmişse gidip o kuldan helallik ister ve onu telafi eder.
Bütün bunların konumuz ile bağlantısını kurmak gerekirse şunlar söylenebilir: İnsan, hayatını elest bezmindeki sözleşmesine uygun olarak yönetebilirse ve Allah’ın verdiği halife sıfatına uygun bir yaşam sürebilirse, mutluluğu orada ararsa hayatını anlamlı hale getirebilir. Mutluluğun araçlarından birisi olan özgürlüğü de ancak böyle elde edebilir. Bu noktada irade sahibi bir varlık olarak insanın seçimi ebedi hayatının seyrini belirler. İnsanın nefsine karşı durabilmesi onun iradesini olumlu yönde kullanması ve gerçek özgürlüğü gerçekleştirmesi anlamına gelir. Burada işaret edilmesi gereken en önemli husus şudur: Özgürlük, bir şeyi seçebilmek ile mi ilgilidir yoksa seçilen şey ile mi ilgilidir? Bu önemli bir sorudur. Özgürlük, biraz da seçilen şeyle ilgilidir. Seçilen şey ve ona yön veren mekanizma özgürlüğü ve değerini belirler. İnsanın eşref-i mahlukât ile esfel-i sâfilîn arasındaki (Tîn, 95/4-5) konumunu belirleyen de budur. Sufi geleneğin önemli isimlerinden Kuşeyrî’nin (ö.465/1072) er-Risale’sinde: “Hakîkatül hurriye fî kemâli’l-ubûdiyye” diye bir ifadesi var ve bu da “özgürlüğün hakikati, kulluğun kemalindedir” anlamına gelir. Yani ne kadar Allah’a kulluk yapabiliyorsanız, nefsinize ve başkasına kulluktan o kadar kurtulmuşsunuz dolayısıyla o kadar özgürsünüz demektir. Bu aynı zamanda nefse kul olmaktan kurtuluşu da ifade eder. Bu da insanı diğer canlılardan ayıran ve insanlar arasında da statüsünü belirleyen bir özelliğe sahiptir. Cenab-ı Hak, arzularını (hevâ-heveslerini) ilah edineni kınar (Furkan, 25/43; Câsiye, 45/23). Buna göre özgürlüğü haz ve zevklerde serbestlik olarak görmek ona köle olmak anlamına gelir ki Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle onlar diğer canlılar seviyesine hatta daha alt mertebeye düşmüş (bel hüm edall) insan görünümlü varlıklardır (A‘râf, 7/179; Furkân, 25/44). Buna göre özgürlüğü anlamlı bir kavram haline getiren nefsin taleplerini helal ile sınırlandıran bir yaşam biçimine sahip olmaktır. Hayatı anlamlı kılan da budur. Bu nedenle hayatı ve ölümü anlamlı kılan bu duruştur. Çünkü ölümü getiren de hayattır, hayat varsa ölüm de vardır. Ama ölüm yok olmak değil ebedi hayatın başladığı kapıdan giriştir.
Şimdi bizim burada bir sorunumuz var; o da şudur. Özellikle günümüz dünyasında madde ile mana arasındaki dengesizlik ve bunun madde lehine bozuluyor oluşunun önümüze çıkardığı bir takım problemler ve sıkıntılar var. En önemlisi bu tercihin hayatı anlamsızlaştırmasıdır. Bunun en önemli sebeplerinden birisinin tarihsel sürecine gidip bugüne gelmek istiyorum. Hz. Peygamber (s.a.s.) peygamber olmadan yaklaşık iki buçuk asır kadar önce yani 380 yılında Hıristiyanlık Roma’da devlet dini haline geliyor ve çok kısa bir süre sonra devleti ele geçirip bir teokratik düzen kuruyor. Tanrı adına hem dini hem devleti yönetmeye başlıyor. Bu teokratik düzende tanrı adına hareket eden, her sözü tanrı sözü olan, itiraz edilemez, yaptıkları sorgulanamaz ama kendilerinin Tanrı adına herkesi sorgulayabildiği bir ruhban sınıfı var. Kilisenin kurduğu bu düzenin insanlığa faturası çok pahalıya mal oldu. XIII. yüzyılda kurdukları engizisyon mahkemeleri din adına terör estirdi. İnsanlık bu problemden ancak XVIII. yüzyılda Aydınlanma Döneminde kurtulabildi. Bu andan itibaren insanlık kiliseyi devre dışı bırakmayı başardı, Tanrı mabede hapsedildi. Sosyolojik bir tespit olarak söylemek gerekirse tanrının tahtına insan oturdu, insanın tahtına da nefsi oturdu. Bu andan itibaren mabedin yerine mektep, vahyin yerine rasyonalite oturdu. Böylece Tanrıdan arındırılmış bir dünyanın kapısı aralandı, seküler hayat tarzı idealize edildi. Sekülerizm günümüz dünyasında da artık kökleşmiş biçimde karşımıza çıktı ve teknolojinin verdiği imkânlarla da gittikçe alanını genişletmeye devam etmekte, bütün inanç değerlerini etkisi altına almaktadır. İstesek de istemesek de yeni bir dünya kuruldu ve etkisini sürdürmektedir. Sizlere bu durum ile ilgili bazı örnekler vereceğim. Bundan bir iki yıl kadar önce televizyonda haberlerde bir kurban bayramı günü akşam haberlerinde şöyle bir haber geçti. Bizim yedi mümin kardeşimiz kurban ibadetini yerine getirmek üzere bir hayvanı kesiyorlar. Kurban etlerini paylaşırken aralarında satırlı-bıçaklı kavga çıkıyor. Sebebi de birisine daha fazla et verildiği iddiası ve bu konuda anlaşamıyorlar. Çünkü kurbandan maksat sembolik olarak kestiği hayvan ile bütün mal varlığını Allah yolunda harcamanın sözünü vermek değil, et kazanmak. Amaç et olunca kesim de kurban olmaktan çıkıyor ve kavgaya dönüşüyor. Oysa mü’min, inancının hayatına anlam kattığını da göstermesi gerekir. Ben bunu Kelam ilmindeki “iman amelden bir cüz müdür değil midir?” tartışması bağlamında söylemiyorum. O ayrı bir tartışma konusudur. Ama eğer bir inancınız varsa bunu pratikte de bir anlamının olması gerekir. Aslında kurban ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de: “Etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz takvanız ulaşır” (Hac, 22/37) buyurulur. İlmihal kitaplarında da hayvanın kurban olabilmesi için birçok şart sayılır. Bu şartların özeti semiz olması yetmez kusursuz da olması gerekir. Ne kadar semiz olursa olsun örfen kusur sayılan mesela boynuzunun kırık, kuyruğunun kopuk ve memesinin kör olması durumunda o hayvan kurban olmaz. Kurban, hayvanın güzelinden olur. Bunun anlamı şudur: “Ya Rabbi! Hayvanımın en güzelini senin yolunda kurban ediyorum. Bütün mal varlığımı senin yolunda harcamaya hazırım.” Kesilen kurbanda etin azlığı ya da çokluğu kavga sebebi ise kurban ibadeti yerine getirilmiş ve onunla takva erdemine ulaşılmış olur mu? Elbette olmaz. O zaman ibadetin bizim hayatımızı anlamlı kılan bir derinliğe sahip olmadığı gibi bir sonuç da doğuyor.
Bir başka örnek vereceğim. Mehmet Bayrakdar hocamızın İbadet Fenomenolojisi kitabında Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö.297/909) talebelerinden Ca‘fer eş-Şiblî’den naklettiği bir hac fenomenolojisi var. Onu özetle anlatıp konu ile bağlantısını kurmak isterim. Hacca gitmeye niyetlenmiş bir şahıs Ca‘fer eş-Şiblî’ye gelir ve kendisinden tavsiye ister. O da: “Buradan iki boş çuval götür. Orada fazilet doldur getir. Gelenleri onunla karşılayalım, gidenleri onunla uğurlayalım, haccdan nasibimiz olsun.” der. Adam oradan ayrılır ve hacc görevini ifa ettikten sonra tekrar Ca‘fer eş-Şiblî’nin huzuruna gelir. Ca‘fer, kendisine hac ile ilgili ne yaptığını sorar, adam da anlatmaya başlar: “Hacca niyet ettim, elbiselerimi çıkardım, yıkandım, ihrama girdim, telbiyede bulundum…” Ca‘fer, tek tek anlatmasını ister ve her sözünden sonra soru sorar: Adam, “elbiseleri çıkardım” dediğinde Ca‘fer, “elbiselerini çıkarırken, üzerinde manevi anlamda haset, fesat, gıybet, kibir, cimrilik, dedi kodu, tecessüs vs. gibi kirli elbiselerin vardı. Esas o elbiseleri çıkardın mı?” diye sorar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, “kirlerini temizlesinler, sözlerinde dursunlar” (Hacc, 22/29) buyurur. Kirleri temizlemekten maksat manevi reziletlerdir. Mesela Peygamber Efendimiz cimriliğin insanı sıkan demirden bir zırh olduğunu ve cimrileştikçe insanı sıkacağını ve huzursuz edeceğini, vermeye başladığında bu zırhın gevşeyip sahibinin rahatlayacağını belirtir. Elbiseyi çıkarmak, mesela cimrilik zırhını çıkarıp temizlenip cömertlik elbisesini giymek demektir (bk. Buhârî, “Cihâd”, 89, “Zekât”, 28, “Talâk”, 24; “Libâs”, 9; Müslim, “Zekât”, 76-77. Ayrıca bk. Nesâî, “Zekât”, 61). Adam böyle bir şeyi düşünmediğini söyleyince Ca‘fer, “sen elbiseni çıkarmamışsın” diye cevap verir. Adam, “ihrama girmek için gusül abdesti aldım.” deyince Ca‘fer, “Üzerindeki manevi kirleri yıkadın mı?” diye sorar, adam da, “aklıma gelmedi” deyince, “sen yıkanmamışsın” diye cevap verir. “İhrama girdim.” dediğinde, “ihrama girdiğinde bütün haramları terk edeceğine dair söz verdin mi?” diye sorar. Çünkü ihramlı iken bir haşeratı öldüremezsiniz, bir otu koparamazsınız, kendinizden bir kıl bile koparamazsınız, normal zamanlarda helal olan eşinizle cinsel ilişkiye giremezsiniz! İhramdan çıkınca orman yakıyorsanız, adam öldürüyorsanız, zina ediyorsanız ihramın bir anlamı yoktur. O ruh ile ihramdan çıkıp ahlakını kuşandığınızda hacı olursunuz ya da haccın etkisi üzerinizde gözükür. Adam bunları düşünmediğini söyleyince Ca‘fer, “sen ihrama girmemişsin.” diye cevap verir. ‘’Başka ne yaptın?’’ diye sorar. O da, “telbiyede bulundum.” deyince, “peki, telbiyenin cevabını aldın mı?” diye sorar. Çünkü bu konuda bir hadis-i şerif var: “Bir mü’min umreye ya da haca niyetlenip telbiyede bulunduğunda Allah Te‘âlâ ona cevap verir. Eğer helal ve temiz kazanç ile oraya gelmiş ise ‘ne iyi ettin de geldin, hoş geldin, mutluluklar sana! Dön evine annenden doğduğun gibi tertemiz’ diye bir cevap alır (Taberânî, Mu‘cemü’l-Evsat, Kahire 1415, V, 251, nr. 5228; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, Kahire 1407, III, 210; X, 292). Bu, evini ziyaret eden hacıya Allah’ın en özel ikramıdır. Çünkü onun evinin misafiridir, misafirin ev sahibinden ikram almaya hakkı vardır. Ama Hz. Mevlana’nın dediği gibi, evi ziyaret herkesin işidir, asıl olan evin sahibini ziyarettir.” Şayet haram parayla geldiyse ya da içine haram para kattıysa, mesela işçi çalıştırmış hakkını vermemişse ya da işçi olarak çalışmış işin hakkını vermemişse ve buradan kazandığı para ile gelmişse isterse elli kez hacc yapsın, Cenab-ı Hak, ‘al haccını başına çal’ der ve onu huzurundan kovar. İşte bundan dolayı Ca‘fer ona, “sen telbiyenin cevabını nasıl aldın?” diye sorar. O da, “ben hissetmedim” der. Ca‘fer de, “sen o zaman telbiyede bulunmamışsın” diye cevap verir. Burada bir parantez açmak isterim. O da şudur: Bir insanın hayatında helal kazanç çok önemlidir. Cenab-ı Hakk helal kazancı Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere, müminlere ve bütün insanlara emrediyor. Çünkü o olmadan hiçbir şey yolunda gitmiyor. İbadetler bile kabul görmüyor, ailede huzur olmuyor, insan mutlu olamıyor. Hz. Peygamber’in bu konularda hadis-i şerifleri var. Adam hacca gitmiş, umreye gitmiş, cihada gitmiş, sıla-i rahim için ziyarete gitmiş. Salimen döndükten sonra ellerini semaya açıp bu amellerinin kabul edilmesi için Allah’a yakarıyor. Hz. Peygamber de buyuruyor ki: “Adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, haram ile beslenmiş. Allah böylelerinin ibadet ve amellerini neden kabul etsin!” (Müslim, “Zekât”, 65; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/36). Elbette kabul etmez. Hatta haram kazancın maddi bir sonucu da var. Sufi gelenekte bunun üzerinde çok durulur. İnsanlar aldıkları gıdalardan enerji elde ederler. Hayatlarını bu enerji ile devam ettirirler. Eğer aldıkları gıda helal ile temiz kazançla gelmişse, enerjisi temiz olduğu için iyiye yönlendirir. Ama haramdan gelmişse enerjisi pistir ve kötülüğe yönlendirir. Burada bir inceliğe daha işaret etmek gerekir. O da şudur: Biz kazancın fıkhi olarak caiz olması yetmez. Kur’an’ı Kerim’de “helâlen tayyiben” ifadesi geçer. (Bakara, 2/168; Maide, 5/88; Nahl, 16/114) Helal nedir? Tayyibât nedir? Ebü’l-Bekâ el-Kefevî’nin (ö.1095/1684) el-Külliyyât adlı eserinde der ki: “Helal fıkhi meşruiyet, yani dış görünüş itibari ile meşru olandır, müftüye sorulduğunda alınan caiz cevabıdır, Tayyib ise vicdani meşruiyettir, asıl olan da budur. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Her ne kadar müftüler fetva da verse sen yine de fetvanı vicdanından al.” (Dârimi, “Büyû‘”, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 194, 227, 228). Yani kazancın içine sinen bir işten elde edilmişse sorun yok! Ama vicdanı rahatsız eden bir durum varsa orada bir sorun vardır ve ilgilisinden helallik almak gerekir.
Tekrar konumuza dönelim. ‘’Başka ne yaptın?’’ diye sorar, “tavaf yaptım.” cevabını alınca, “tavaf yaparken Allah’ın emir ve yasakları etrafında dönüp dolaşacağının sözünü verdin mi?” diye sorar. O da, “aklıma gelmedi.” cevabını alınca da, “tavaf yapmamışsın o zaman” der. Tekrar ‘’başka ne yaptın?’’ diye sorar, “sa‘y yaptım” cevabını alınca sorar, “sa‘y yaparken aradığını Allah’ın çizdiği sınırlar içerisinde bulmanın çabası içinde olacağının sözünü verdin mi?” adam, “aklıma gelmedi.” diye cevap verince, “o zaman sa‘y yapmamışsın.” diye mukabelede bulunur. ‘’Başka ne yaptın?’’ sorusuna, “şeytan taşladım.” der, “şeytan taşlarken şeytanlık yapmayacağının sözünü verdin mi?” diye sorar, o da, “böyle düşünmedim” cevabını verince, “o zaman şeytan taşlamamışsın.” der. ‘’Başka ne yaptın?’’ sorusuna “Arafat’ta vakfeye durdum.” der, “kıyameti, mahşeri ve Allah’ın huzuruna çağrılıp orada hesabını bekleyeceğini düşündün mü?” deyince, “hayır böyle bir şey aklıma gelmedi” cevabını alınca da, “sen vakfe yapmamışsın” der. Veda tavafında bulunduğunu söylediğinde de: “bununla nefsine bütünüyle veda edip etmediğini sorar ve bunu düşünmediğini söyleyince de nefsine veda etmediğini ifade eder. İhramdan çıkarken başından aldığı üç beş tüy ile kafasının içindeki bütün kötülükleri, şeytanlıkları, pislikleri attığını düşünüp düşünmediğini sorar ve böyle bir şey düşünmediğini söyleyince de traş olmadığını peşinden de hacc değil seyahat taptığını fırsat bulursa tekrar hacca gitmesini ve bu bilinç ile yapmasını söyler. Çünkü hacc semboller üzerine kuruludur. Bütün bunları şunun için söyledim. Bu hayatın anlamını araştıranlar, konu ile ilgili bir sorun üzerinde çalışanlar, şunu söylüyorlar. Hayatı anlamlı kılan sadece gerçeği bulmak, hakikati yakalamak değil, onu aynı zamanda hayatında yaşamak, amele yansıtmak, eyleme dönüştürmektir. Eğer inancımız hayatımıza yön verebiliyorsa, iman enerjisi bizi hareketlendiriyorsa, iman ve amelimizin dolayısıyla hayatımızın anlamı vardır. Buna göre eğer maddi olana mana giydirememişseniz, hayatınıza anlam katmamışsa yapılan eylemin bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurur ki: “Nice oruç tutanlar vardır ki orucundan ona kalan sadece açlıktır. Geceleri kalkıp nice teheccüd kılanlar vardır ki ona kalan sadece uykusuzluktur.” (İbn Mâce, “Sıyâm”, 21). Mesela Kur’an-ı Kerim tesettürün bezine, kumaşına değil “takva elbisesi” oluşuna değer verir (A‘râf, 7/26). Buna göre bir tercihinize manevi boyutunu eklememişseniz onun bir anlamı yoktur. Dolayısıyla tercihlerimiz mesela ibadetlerimiz olumlu manada davranışlara yön vermiyorsa, reziletlerden arındırıp faziletlerle bezenmeye vesile olmuyorsa ibadetlerimizin pratik bir değeri dolayısıyla anlamı yoktur. Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber hadislerinde bunun üzerinde ısrarla durur. Örneğin Ramazan ayında oruç tutarken akşam ezanı okunmadan önce ne kadar aç olursa olsun normal zamanlarda helal olan bir lokma ekmek yiyemeyen, bir yudum su içemeyen, kendisine helal olan eşi ile cinsel ilişki kuramayan ve ezanı bekleyen bir mü’min bununla şunu söyler: “Ya Rabbi! Şu helâlleri bile kendime yasakladım, orucumu açtıktan sonra haramlara hiç el sürmeyeceğim.” Orucunu açtıktan sonra gidip haram yiyip içiyorsa, zina ediyorsa bu insanın tuttuğu orucun ne anlamı olabilir ki! Hz. Peygambere namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlerini çokça yapmakla şöhret bulmuş bununla birlikte dili ile komşularına eziyet etmekle anılan bir kadından bahsedildiğinde o ateştedir buyurur (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 440). Yani yaptığı ibadetin bir anlamı yok. O yüzden aslında Kur’an-ı Kerim’de namazın kötülüklerden ve çirkin davranışlardan alıkoyan özelliğinden bahsedilirken makbul oluşunun ölçüsüne de işaret edilmektedir. Namazın bütün ibadetleri toplayan bir özelliği olduğu için bu gerçekliği ilkesel olarak tüm ibadetlerde geçerli olduğunu söylemek mümkündür. İbadet olumlu manada bir davranış değişikliği meydana getirmiyorsa sizin hayata yön vermiyorsa, olumlu manada davranışları değiştirmiyorsa orada kulluk sadece şekilden ibarettir (bk. Ankebût, 29/45). Şunu söylemeye çalışıyorum. Eğer aradığımızı bulmuşsak Cenab-ı Hakk ile yaptığımız sözleşmeyi iyi hatırımızda tutuyorsak, bu sözleşmeye sadakat gösteriyorsak, yani ahde vefa göstermişsek ve inanmışsak, inancının gereğini yerine getiriyorsak o zaman biz gerçekten hakikati bulduk demektir. Bu yaklaşım ölümü de anlamlandıran ve hayatımıza anlam katan bir derinliğe de sahiptir. Çünkü Hz. Mevlana’nın dediği gibi ölüm “şeb-i arûs”tur yani Rabbimize kavuştuğumuz şölen gecesidir. Bu dünya bir geçiş yeri ise ve ölüm de bizimle ebedi hayatın kapısı ise, o zaman amellerimiz de davranışlarımızla daha doğrusu inancımız amellerinize yön veriyorsa koşarak oraya gideriz. Bizim için hayatı anlamlı kılan da budur. Bu yüzden bir insan için bu dünyada imanlı yaşamak en değerli sermaye ise, hayatta olmak bir değer ise hayatı anlamlı kılan ebedi hayatın kapısı ve ebedi mutluluğu yakalayacağı cennet ve cemalullah’a kavuşma hedefidir. Bu durumda insan, vatanı, dini, namusu uğrunda ölmekle ölümsüzlüğü yakalamaktadır. Ölümü anlamlandıran da işte bu inançtır.
Bugün belki biz madde-mana ilişkisi içerisinde hayatın anlamını ararken, dengeyi dünya lehine bozmuş gibi duruyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de de ifade buyurulduğu üzere, “dünyayı çok seviyorsunuz, ahireti umursamıyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21). O zaman hayatımızı anlamlandırmak üzere biraz bu dengeyi gözetmemiz gerekiyor. Elbette dünya olmadan olmaz, çünkü bu dünyada yaşıyoruz. Ama ahiret yokmuş gibi de davranamayız. Kur’ân-ı Kerîm’de şımaran Karun için, “Allah’ın verdiği nimetlerle ahiret yurdunu ara dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77) diye bir uyarıdan bahsedilir. Bu tersine döndüğünde yani dünyanın tadını çıkar, ahiret için de bir şeyler yaparsın gibi bir tutum içinde olmamak gerekir. O zaman biz hayatın anlamını ararken Kur’ân-ı Kerîm’in, “ahiret daha hayırlı ve daha kalıcı” (A‘lâ, 87/17) hitabı çerçevesinde madde-mana arasındaki o makul dengeyi gözetmek, yaptığımız her eylemde ahiretteki karşılığını hesaba katmakla yükümlüyüz. Böyle olunca belki bu dengeyi gözetip hayatımıza bu noktada anlam katmak bizim açımızdan önemlidir değerlidir. Bunu başarabilirsek dünyada gerçek özgürlüğü ve mutluluğu, ahirette de kurtuluşu yakalayabiliriz.
Ebû Ali ed-Dekkâk (ö.405/1015) bu durumu çok güzel ifade eder: “Eğer dünyanın altını ile taşını-toprağını bir tutarsanız bu dünyadan özgür olursunuz.” Dünyaya gereğinden fazla değer vermeyenler, iyilikte yarışanlar, hayatlarını anlamlı kılanlardır.
Son olarak Kindî’nin (ö.252/866) Def‘u’l-ahzân ve Farabi’nin (ö.339/950) Tahsîlu’s-se‘âde ile diğer İslam âlimlerinin konu ile ilgili eserlerinde üzerinde durdukları gibi insanlar özgür ve mutlu olmak istiyorlarsa bunu sadece maddi varlıkla elde etmeleri mümkün değildir. Çünkü fani olanın mutlulukları da geçici ve tatmin süresi kısadır. Asıl mutluluk ruhun hissettiği coşkudur. Bu da ancak manevi varlıklar ile mümkündür. Örneğin şu Kozaklı’nın tapusunu verseler bir yere kadar mutluluk getirebilir ama eldeki imkân ile bir cami, okul, çeşme, hastane gibi bir hayır yapıldığında bunların vereceği mutluluk daha kalıcıdır. O eserler var olduğu müddetçe mutluluk da vardır. Sadaka-i cariye bu yüzden hayata anlam katan belki madde mana arasındaki dengeyi sağlayan bir eylemdir. Süreç içerisinde belki maneviyatı önceleyen bir hayatımız olabilirse, hayatın hem anlamını teorik anlamda bulmuş hem de pratik anlamda göstermiş oluruz diye düşünüyorum.
*Bu yazı İnsan ve Değer Hareketi tarafından düzenlenen İnsan ve Değer Şurası(2022)’nda sunulmuştur.