Ölümü Yaşamak
“Ölmek ne garip şey anne!” Her an- saat- gün- ay- yıl yeni bir ölüm haberi geliyor. Ya da
ölümcül hastalığa tutulanların ve ölümü beklenenlerin haberleri… Bir gün bizim de haber
konusu olacağımızı hatırlayarak…
Her ölüm haberi elbette sarsmıyor. Birçok ölüm haberi sadece öylesine bir haber niteliği
taşıyor ancak bir yakınımızın, dostumuzun, arkadaşımızın, komşumuzun, hocamızın ölüm
haberi birden bizi derinden sarsıyor. Onunla ortak hatıralarımız, yaşantılarımız, sözlerimiz,
yaptıklarımız bir bir gözlerimizin önüne geçiyor. Ona karşı yerine getirdiğimiz sorumluluklar
veya yerine getirmediğimiz sorumluluklar, pişmanlıklar, yaşasaydı bir af dileyecek temenniler
ile bir düşünce alır bizi ve sonra kendimize döneriz deriz ki; "Ben de bir gün öleceğim."
İnsan yaşamı boyunca her an ölmeye çalışır. Ölüm yaşamın ayrı, zıt, çelişkili ve tehdit eden
bir parçası değil aksine bir bütünün parçasıdır. Hayat boyu her an yüzyüze, ölümle iç içe bir
hayat süreriz. "Ölüm insanın gizli bir rıza ile yokluğa teslim oluşudur." der, Peyami Safa.
En çok öldürdüğümüz ise zamandır. Yaşadıkça bir zaman ölür, yeni bir zaman dirilir. Uykuda
ölür, gündüzde diriliriz. Kışta ölür, ilkbaharda diriliriz. Savaşta ölür, barışta diriliriz.
Ölmek fiili en çok şu iki fiil ile yan yana getirilir: Öldürmek, öldürülmek… Yüzlerce ölüm
çeşidi arasında en çok dikkat çekeni öldürülmektir. Öldüren öldürülenin katilidir. Bu öldürme
fiili; bazen bilerek, bazen bilmeyerek, bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak gerçekleşir.
İnsanları kim öldürür? Başka insanlar– devletler- örgütler– insanın kendisi… Hayvanlar –
bitkiler – hastalıklar- engeller- kazalar…
Teknoloji- alet- eşyalar- işler ve bunların tümüyle beraber Allah öldürüyor. İnsanın kendisini
öldürmesi olarak tanımlanan intihar ise ölüm çeşitleri içerisinde belki de en trajik olanıdır.
Bedeni ve yaşamı en çok istismar edilen ölülerdir. Çünkü, ölü savunmasızdır. Savunması;
yaşadıklarıdır. Ölünün yaşadıklarını ise yaşayanlar çıkarına- anlamına göre yorumlarlar.
Bazen alçak birini yüceltmek bazen yüce birisini alçaltmak mümkündür. Yaşarken
söyleyemediklerini öldükten sonra söylerler. Ölü birisi üzerinden iktidar kurmak, ideoloji
üretmek mümkündür. Demediklerini demiş gibi, yapmadıklarını yapmış gibi
gösterilebilmektedir.
Ölülerin değeri, yaşamlarının değeri ile orantılıdır. Değerli yaşamlar… Değerli ölüler…
Değersiz yaşamlar… Değersiz ölüler… Unutulan ölüler… Daima hatırlanan ölüler… Her
ölünün taşıdığı bir değer vardır. Bu değeri herkes farklı bir şekilde verir. Ölümün ırkı ve dili
yoktur. İnsan ölüyor! İnsanlık ölüyor! Oysa insan öyle bir derece düşer ki; ölünün ırkına,
sınıfına, rengine, diline ve coğrafyasına bakarak ona itibar eder.
Ölünün ve ölümün fotoğrafı vardır. Ölüm, hiçbir zaman gündemimizden düşmüyor ve biz
ölünceye kadar düşmeyecek. Her an yeni bir ölüm fotoğrafı gözümüzün önüne düşüyor.
Gözümüzü kapatmaya, görmemezlikten gelmeye, hakkımız ve imkânımız yok. Ölümün
fotoğrafı; dinimizi- şuurumuzu- duygularımızı- düşüncelerimizi- ideolojilerimizi etkiliyor.
Kaz toprağı… Hazırla mezarını… Tüm ölü; düşüncelerini, anlayışlarını, tasavvurlarını,
çabalarını… Göm mezara…
Ölülerle konuşmak mümkün olsaydı acaba neler sorardık.
1- Sizi kim ve neden öldürdü?
2- Ölmeyi siz mi istediniz?
3- Uğrunda ölmek istediğiniz ile bulduğunuz aynı mı?
4- Öldükten sonra hayat nasıl?
5- Ölmeden önce söylemek isteyipte söyleyemediğiniz şey neydi?
6- Dünyaya geri gelmek istiyor musunuz?
7- Ölüm mü güzel, yaşamak mı güzel?
8- Sizi öldürenlerle karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz?
Söyleyin Ey ölüler! Ses verin, haber verin. Ölülerin sesleri…
Evet, ölülerden- ölümlerimizden geriye kalan sesleridir- seslerimizdir. Sesler, beynin ve
kalbin içinde yankılanıp durur. Bu sesler bazen kesilir gibi olur. Bazen en derin uyku anında
uyandıran ses gibi uyandırır. Bazen seslerini özleriz, duymak isteriz. Kulağımızı mezara
yaklaştırır gibi yaklaştırırız. Sesi derinden derine gelir. Belli belirsizdir. Bazen karşınızda son
söylevini söylerken bulursunuz. Onların sesleri doldurmuştur her yeri… Sesler kaybolup
gitmez. En yüksek ve kalıcı sesler onların sesleridir. Dinlemek isteyeni bulduklarında
anlatacakları çok şeyleri vardır. Ama insanlar dinlemeye dayanamazlar. Biraz daha dinlerlerse
kafaları çatlayacak hale gelir. Sesler… Ölülerin sesleri… Duyuyor musunuz?
Biz ölümlüler, ölümü ve sonrasını anlayamadık. İnsanların ölüm sonrası ile ilgili şüpheleri,
iddiaları, çekinceleri var. Ölüm sonrasını bilmek; ölüm öncesi hayatın niteliğini, niceliğini,
seviyesini, çizgisini derinden etkiliyor. Ölümü anlamadan hakikati bulamayacağız.
Ahiret; umduklarını bulanlar ile umduklarını bulamayanların yurdudur. İnsan, ölüm sonrası
için ne umar? Kimileri var ki Allah'ın vaad ettiklerini umar ve bunları bulur. Kimileri var ki
cenneti umar, cehennemi bulur. Kimileri var ki insanlar tarafından bu dünyada cehennem vaad
edilir ama o cenneti bulur. Kimileri var ki hiçbir şey ummazlar ve hiç ummadıkları şeyleri
görürler. Onlar ahiret yurdunun olmadığını iddia eder ama o karşısına çıktığında ise en büyük
pişmanlığı ve şaşkınlığı yaşar. Kimileri var ki cenneti sadece kendi ırkına, sınıfına,
mezhebine, dinine ait olanlara zanneder. Ahirette ne umuyorsan, dünyada onu bulmaya
çalışmalısın.
İnsanın bu dünyadaki eksiklerini cennet ve cehennem tamamlar. Cennet iyilerin, doğruların,
hakikat ehlinin adil insanların eksiklerini tamamlar. Onların aradıkları cennete ulaşarak
kendilerini tamamlamış olacaklar. Cehennem ise zulmedenlerin kibirlenenlerin, kan
dökenlerin, yoldan çıkanların ve sapanların eksiklerini tamamlar. Onların aradığı
cehennemdir, cehenneme vararak eksiklerini tamamlamış olacaklar.
Öldükten sonra uyumaya çok vaktimiz olacak. Şimdi yaşama- dua- okuma- ibadet vaktidir.
Bu dünyada yapmak istediğimiz bir şey kalmışsa, yaşamak için bir sebebimiz var demektir.
Hayat; doğum ve ölüm arasında kurulan Sırat köprüsünde- yolunda geçen yolculuğun adıdır.
İnsanları ölüm ile birlikte en çok korktukları şey unutulmaktır. Bu nedenle ölümsüzlük arayışı
insanlığın kadim arayışıdır. Ancak insanlık hafızası insanı hatırlamaya ve hatırlatmaya yetmez. O yüzden unutma! Bu dünyada… Unutulacaksın… Unutulacaksın bir gün…
Unutacaklar seni… Tüm hatıralarınla toprağa gömüleceksin… Ama bir gün… Ahirette…
Unuttukların, hatırlatılacak sana birer birer, an be an… Hiçbir şey ama hiçbir şeyin
unutulmadığı bir gün gelecek.
İnsan doğduğu anda yaşam sayacı çalışmaya başlıyor. Yaşam sayacı saliseler, saniye, günler,
aylar, yıllar boyunca devam ediyor. Bu yaşam sayacı bazen hızlı, bazen yavaş geriye doğru
saymaya ve belirlenen saatte durup hayatı sonlandırmak üzere dur durak bilmeden devam
ediyor.
Ölümün her gün provasını zihnimizde yaşamalıyız.
Ölüm meleği beni nerede karşılayacak?
Ölüm anında hangi durumda olacağım? Ölüm meleği geldiğinde ben onun nasıl
karşılayacağım?
Hoş geldin mi diyeceğim?
Bu kadar erken mi diyeceğim?
Ne zamandır seni bekliyordum mu diyeceğim?
Eyvah, biraz daha vakit yok mu? diyeceğim.
Tam şu anda ölüm yatağında yatmakta
olduğunu hayal et. Öteki dünyaya geçmek üzeresin. Hayatını hangi hedefler ve tutum ile
tanımlarsın? Ün ve sosyal statüye çok önem verir misin?" der, Samuel Alexander.
Aramızdan ilk kim ölecek?
Ölüm beni ne zaman bulacak?
Ben ölümü ne zaman bulacağım?
Her ölen ile birlikte sanki aramızda ilk defa biri ölüyormuş gibi bir duygu yaşanır. Her ölüm
ile ölüm ilk defa geliyor gibi olur. İnsan her ölümden sonra uyanır, ardından yeniden dünya
uykusuna döner, her ölümle yeniden uyanır. Bu kadim döngü devam ediyor. Ölümün saklı
bulunduğu anı, durumu, olayı yakalamak an meselesi… Sadece Ölüm bizi bulmaz. Biz
doğduğumuz günden bu yana ölümü arıyoruz. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım,
hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am,162) Her şeyimiz gibi
ölümümüzün de Allah için olması duasıyla…