Varoluş Bağlamında İnsan- Prof. Dr. Halis Aydemir

Allah (cc) bizleri, hayatı, varlığı yarattı. İnsanın yaratılışı Allah’ın var ettiği bir zaman içinde, belli bir zamandan başlayarak, belirli bir zaman ve mekân içinde hayat buldu. Kendi var oluşumuz ve çevremizdekilerin varoluşlarının öncesini hep merek ederiz. Atalarımızın ve evrenin yaratılış fıtratını anlamaya çalışırız. Gerçekleştirilen herhangi bir seyahat veya etkinlikte çevremizi, nesneleri, varlığı tanıma ve anlama süreci yaşarız. Örneğin, şu anda sempozyum nedeniyle bulunduğumuz otelin bölümlerini tanımaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. İşte bizlerde bu hayatın içinde yer aldık ve öncesini merak ediyoruz.

Yaratılış sürecinin öncesinin başlangıcına dair Cenabı-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sık bir şekilde Hz. Âdem’i yaratmasını ve Hz. Âdem’in eşini yaratmasını haber vermektedir. “ Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlıktan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa,1)

Her ikisinden çok erkekler ve kadınlar var ettik, yaydık. Yeryüzüne şu anki haliyle böyle çoğaldık mı diye düşünürüz? Erkek ve dişinin beraberliğiyle yeni bir insan olur. Aile ve çocuklar oluşur. Çocuklardan çocuklar olur. Biyolojik olarak üreme ve çoğalma bu şekilde gerçekleşir.

İnsanı anlamlandırmak sadece biyolojik olarak yeterli değildir. Çünkü anlam böyle bir şey değildir. Esas itibariyle anlam, gaye, sebep nedir? Bundan amaç nedir? Amacın, gayenin kalıcı nitelikli bir mahiyeti olması gereklidir. Bir şey bir süreliğine olup bitiyorsa, kayboluyorsa, geriye iz bırakmıyorsa o zaman bu şey niçin yaratıldı. Bu kadar düzen niçin kuruldu? Bu kadar devran niçin döndürüldü? Hayatta bir sürü eylem gerçekleşir. Bu eylemler, sistemin başlangıcı ve sonucunda sıfırlanıp yok oluyorsa; sonra netice yine aynı yere varıyorsa, hani derler ya ne anladık bu işten.

Peki, anladığımız şey, anlamamız gereken şey, ortada kalıcı olarak kalması gereken şey nedir? Allah’ın (cc) bizleri yaratmasıyla sonuç olarak geçici bir durum ortaya çıkıyor gibi gözükmesine rağmen asıl bizi ilgilendiren durum kalıcı bir gayedir. Sanıyorum aynı istifham Hz. Âdem(as) cennete yerleştirildiğinde de Cenab-ı Hakk’ın ona “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz” (Bakara, 35)

Hz. Âdem için geçerli olan bu durum bizim için geçerli değildir. Dünyadaki imtihan sürecinde salih ameller işleyip iyilik ve takva üzere yaşayanlara “sen ve eşin cennete yerleşin” olmayacaktır. Onlara Rabbimiz, “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da gruplar halinde cennete sevk edilecek. Nihayet oraya vardıklarında cennetin kapıları açılmış olacak; bekçileri onlara, “Selâm size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak kalmak üzere buyurun, girin cennete!” (Zümer,73)

Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler. Bu yeni yaratılış artık ölümlü bir yaratılış değildir. Sonsuz, ölümsüz bir yaratılıştır. Artık cennette kalıcı olarak, imkânları elde etmiş olarak hayat devam edecektir. Ayette geçen “ğalid” çoğulu “ğalidun” kelimesi sonsuz bir varlığa sahip, kalıcı bir yeni yaratılışa atıf da bulunur. Rabbimiz buyuruyor. “Mutlu olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada kesintisiz bir lutuf olarak ebedî kalacaklardır.” (Hud,108) Bu (nimetler) bitmez, tükenmez bir lütuftur. Bu mutlu olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada kesintisiz bir lutuf olarak ebedî kalacaklardır. Sonsuz nimetlerin imkânlarına insan sonsuz olarak sahip olacaktır. Bu nimetler geçici bir süreliğine insanın hizmetine sunulmayacaktır. Bu imkânlar artık yeterlidir, artık geri ver denilmeyecektir. Örneğin, komşu anneler vardır; kendi çocukları, diğer çocukların oyuncaklarına özenince ‘evladım ver o da biraz dokunsun, hasret gidersin.’ Çocuk oyuncağı alıp sevinir. Biraz oynar, ayrılma vakti gelince, çocuğun elindeki oyuncak alınınca ağlar. Çocuk kendince niye oyuncağı verdiniz niye alıyorsunuz, demeye çalışır.

Hz. Âdem (as) cennetteki bu ilk iskânında şeytanın gelip söylediği şey, sana bunun sonsuz ve kalıcı halini göstereyim mi? Sen şimdilik geçici olarak burada iskân etmiş durumdasın. Allah (cc) sana burada ebediyen kal dedi mi, demedi. Bir süreliğine buradasın, kalıcı değilsin, diyerek Hz. Âdem’i ayartmıştır. Dolayısıyla insan olarak, anlam dediğimiz şeyin nihai olarak hep elimizde kalacağını, bizim olacağını ve artık geri alınmayacağını elde edeceğimiz bir güvence ile kavuşacağımız bir sonuç arıyoruz. Yoksa bu dünyada başlayıp bitirdiğimiz bütün eylemler tükenmekle sonuçlanıyor. Örneğin, İlkokula başlıyoruz, okul bitiyor; şimdi ortaokulun sırası diyorlar, peki hadi bir de onu görelim diyoruz, ortaokulu okuyoruz, sonra onu da bitiriyoruz. Şimdi lisenin sırası liseyi okuyoruz, lisede bitiyor. Anlıyoruz ki bu başladığımız her şey bitiyor, sonra fark ediyoruz ki başladığımız hayatta bitiyor.

Peki, asıl sormamız gereken soru biz bu hayatı niçin yaşıyoruz? Topraktan yaratıldık, annemizin rahmine düştüğümüzde bir nutfe idik. Topraktan oluşan ve topraktan gelen bir bedenimiz var. Topraktan yetişen diğer bitkiler gibi toprakta imha olup yok olacaksak hayat anlamsızlaşır. Hayatı niçin yaşadığımızı, neticesinin ne olacağının sorusu sadece Müslümanların sorgulaması şeklinde değildir. Bütün insanlar hayatın anlamını sorgulamaktadır.

Kâfirler, hayatın tesadüfen oluşmuş bir kimyasal kirlilikten ibaret olduğunu düşünmektedirler. Meşhur fizikçi Hawking, insanın varlığı yeryüzü üzerindeki kimyasal bir kirden ibarettir, diyor. Bu görüşe göre tesadüfen belli birleşimler kendisini tekrarlama eğilimine girer. Batı seküler düşüncesine göre, bu birleşimler bir merkezde toplanır. Oluşan etkileşimde tesadüfen bir şey oluşur. Tesadüf sonucunda tesadüfen canlı bir form ortaya çıkar. Bu form insanın yaratılışıdır. Bu yaratılışın belli bir amacı yoktur. Amaçsız yaratılış dünyada yaşayıp dünyada biter. Ardından yok olup gideriz. Bu nedenle seküler düşünceye göre, sonrası olmayan bu hayat için sorumluluk almaya, anlamlı yaşamaya gerek yoktur. Anın tadını çıkar ve mutluluğuna bak, denilmektedir.

Meşhur bir film yönetmeni; ben dikkatimi dağıtacak şeylerle ilgileniyorum, diyor. İşte yeni filmler, yeni projeler, yeni aktrisler onların kabiliyetleri, becerileri… Vakit geçerse böyle dikkatim dağılmış bir şekilde bunu kâr sayıyorum. Yoksa meşguliyetsiz kalırsam, üzerime varoluşsal sorular hücum ederse, birden onun altında yığılırım. Yani bir kara delik gelecek, bütün Galaxyi içine emecek, yok edecek, senin kültüründe, sanatında, filminde her türlü estetik ürettiğin en güzelim ürünlerinde hepsi yok olacaktır. Hayatın hiçbir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla öylesine bomboş, değersiz, anlamsız ve sonuçsuz bir hayat yaşamış olacağım… Bu düşünceye göre şeytan baştan anlam arayışını bir hiç ile kapatmış, böyle bir anlam yok, diyor.

Allah’ın yarattığı sistem, bir amaca, gayeye anlama tekabül etmektedir. Bu sistem tanzim edici ve kurucudur. Bu sistem tesadüfen oluşmuştur diyenler sistemi anlamlandırmaya yanaşmıyor. Peki, sistemin oluşumunu nasıl tahlil ediyor? Nasıl oluştuğu sorusuna verdiği çok basit bir cevap var ‘kazara/tesadüfen’ diyor. Bu wraxdain’t -kazara oluşmuş-rastlantısal bir sonuç ortaya çıkmış, ‘yersen, kabul edersen’ dünyadaki çoğu insanın bilimsel olarak kabul ettiği yaklaşım budur.

Allah (cc) bize aynı merkezden hayata bakıp ve neyin peşinde olduğumuzu bize anlatıp tam da bizim gaye arayışı içerisinde Hz. Âdem üzerinden bize cevap veriyor. ‘Siz ikiniz cennete yerleşin’ dedik. Şeytan Hz. Âdem’e burada böyle ne vakte kadar kalacaksınız, bir güvenceniz sonsuz bir kalıcılığınız var mı? Gelip geçici bir süreç mi? Hz. Âdem, şeytanın bu sorularına bilgiden yoksun olduğu için cevap veremiyor. “Şeytan; size kalıcı ve sonsuz bir hayatın yolunu göstereyim mi? dedi.” (Taha, 120) Size sonsuzluk ağacını göstereyim mi? Bu mülk ki sonsuz, bitimsizdir. İşte bizim aradığımız, sonsuz bir imkâna kavuşalım ki, o imkân bitimsiz olsun, öyle bir sağlığa kavuşalım ki, o sağlık bozulacak olmasın, öyle bir zevke, öyle bir ortama, öyle bir neşeye kavuşalım ki, o herhangi bir kesintiye uğramasın, herhangi bir son ile de son bulmasın.

İyi o zaman bir anlam ile buluşuyor, işte bunun peşindeyiz, dediğimiz zaman, tamam ama her defasında şunun peşinde izlediğimiz şeyin sonu gelip de avucumuzda bir şey kalmadığında biz yoruluyoruz. Bu sefer çocuk diyor ki, ondan sonra ne olacak, şu olacak, diyoruz. Ondan sonra ne olacak diyor, işte üniversiteyi okuyacaksın, sonra ne olacak, işte baban gibi bir iş sahibi olacaksın. Peki, babamı da görüyorum zaten, ondan sonra ne olacak diyor; ya ondan sonra deden gibi olacaksın. Ondan sonra ne olacak, ondan sonra yani öleceksin… Geldiğin gibi buradan gideceksin… Bütün dönme dolap döndü. Geldiğimiz yer aynı zeminde son buldu, bitti. Sonuç nedir? Elde bir şey kalmayacak mı? Sonuç, ayrılacağız. Baba oğuldan ayrılacak, yani bu şehirde Resulullah buyurdu ki: Her yüzyılın başı neredeyse hiç kimseyi bulamazsınız. Koca İstanbul’a bir yüzyıllık devirden sonra gelin bir arkadaş bulamazsınız. Ne liseden arkadaşınızı, ne ortaokuldan, yani belki birkaç kişi kalıyorsa 120’lere falan bilmiyorum onu da bulabilir misiniz?

Allah’ın elçisi anlam arayışı hususunda dünyanın buna kapalı olduğunu buyurmaktadır. “Bugün doğmuş (canlı olan) hiçbir nefis yoktur ki, yüz sene sonra ölmemiş olsun.” (Müslim, Fezâilu’s-Sahabe 218; Tirmizî, Fiten 64) Yani her yüzyılın başı hiç kimse dünyada kalmaz. Dünya doldur boşalt ortamıdır. “Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bâkidir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl, 96)

Tercih olarak bitip tükenecek şeylerin heyecanıyla ve bitip tükenecek bir hayatı amaç ve hedef haline getirenler tükenecek anlamına geliyor. Bunu şöyle ifade edebiliriz: “Hayatı hayat için yaşamak.” Hani edebiyatta geçer, “Sanat, sanat içindir” diye. Sanat bir şeyin hem kendisi gaye hem kendisi araç oluyor. Yani hayatı hayat için yaşmaktayım, aynı zamanda hem de onu tüketiyorum. Hayat sonlandığında, amaç ve araç süreçte aynı anda kapanmış oluyor. Sonuca hizmet etmiyor. Matematikteki dört işlemi bir sonuç elde etmek için kullanırız. Topluyorsunuz, çıkarıyorsunuz, bölüyorsunuz; görüyorsunuz ki bu işlemi işlem olsun diye yapıyorsunuz. Bu işlem sürecini bir sonuca, eşittire ulaşmak için yapıyorsunuz ve sonuca daha ulaşmadan elinizde hiçbir şey kalmıyor. Eşittirin sonrasına ulaşmak istiyorsunuz, bir sonuç için yapmadım ki bunu diyorsunuz, orada bırakıyorsunuz. Yani eşittirden sonrası yok mu? Bu kadar topladık, çıkardık, böldük, parçaladık. Sonuçta bir neticeye ulaşamıyorsunuz. Cenabı Hak şöyle buyuruyor. “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”(Kehf, 46) Rabbinin katındaki salih amellerin karşılıkları hayırlı ve kalıcıdır.

Hayatın anlamını hayatın var edicisi üzerinden kurabiliyoruz. Yoksa hayatın var edicisini istisna ettiğinizde hayat kendisi cemadattan rastlantısal oluşmuş ise, bir sonuca bir anlama hizmet etmesi mümkün değildir. Var eden böyle bir amaçla onu oluşturmuş değil, ne olduğu belli değil kazara bir hayat oluşmuştur.

Anlatılır ki; adam bir şehirde yürüyormuş bakmış bir kalabalık kuyruk var. Hemen o da arka sıraya geçmiş. Bu kadar kuyruk varsa, bir şey vardır diye düşünmüş, bekle bekle; ya demiş benim de arkama bir dünya millet dizildi ama neyi bekliyoruz? Neyin kuyruğu acaba diye önündekine sormuş, o da bilmiyor. Arkasında duran kişiye sormuş, o da bilmiyor. Daha öndekine demiş ki, yerim saklı kalsın ben gideyim, en önde sırayı bekleyene sorayım. Çünkü ilk baştaki kişi bilir. İlk sıradaki kişiye sormuş. Siz neyi bekliyorsunuz? Bilmiyorum, demiş. Siz de mi bilmiyorsunuz? Bu kuyruk nasıl oluştu peki? Kişi cevaben; eğildim ayakkabımı bağlıyordum, bir baktım arkamda üç kişi durmuş, sonra baktım ki kuyruk oluşmuş, bende öyle bekliyorum. Peki, bir şey için beklemiyorsan ne diye bekliyorsun? İlk sıradayım nasıl kuyruğu bırakayım, burada o yüzden bekliyorum…

Hayatın anlamı işte böylesi anlamsız bir durum şeklinde yorumlanıyor. Yani bizden öncekiler yaşamış diye biz de yaşıyoruz. Sıram geldi evleniyorum, sıram geldi arabamı alıyorum. Ama bunların hepsini gerek bizden öncekiler gerek biz niçin yapıyoruz? Sonrasında dünyada teknik, fikir, ilim, kültür üretmiş nitelik sahibi maharetli insanları toprağa veriyoruz. Sonra dönüp yenisini yetiştirmeye çalışıyoruz. O ne oldu ki sonrakiler ne olacak…

Cenabı Hak önümüze bu sahneyi koyup buyuruyor. “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”(Mü’minun, 115) Yoksa siz sandınız ki, biz sizi abes olsun diye mi yarattık? Anlamsızlığın adı abes, yani hikmetsiz, bir şeye bir gayeye hizmet etmiyor. Adamın biri sabah geliyor, dolaşırken buraya şurada kartonlar var, kartonları alıyor, oradan buraya koyuyor. Sizde orada bakıyorsunuz, kartonları getirdi buraya koydu. Bir ara soracaktınız ya niye o kartonları oradan alıp oraya taşıyorsunuz. Sonra adam gitti. Bir başkası geldi, o da o kartonları aldı, buradan bu tarafa koyuyor. O da tekrar buraya koydu. O gitti sonra ilk kişi geldi yine kartonları burayı taşıyor. Bu durumu izlemeye dayanamazsınız. Biz hemen durdurup ya ne yapıyorsunuz siz? Aynı şeyi oradan oraya, oradan oraya taşıyorsunuz. Hiç can sıkıntısından yapıyorum.

İşte abes, anlamsızlık böyle hikmetsiz, amaçsız bir durumdur. Ben çocukken bazen hayatı, hayatın sahibini, dedemi, dedemin ölmesini, babamı her şeyin böyle bir anda anlamsız olduğunu, yarınki ödevim, bugünkü derste anlatılanlar bir yere çıkmıyor hissi böyle beni boğar gibi oluyordu… Anlamsızlığın boğucu bir etkisi vardır. Batıda bu anlamsız ve başıboş yaşamın ağırlığı nedeniyle insanlar ötenazide sıra alıyor. Ünlü bir Fransız artist; kırk iki yaşıma kadar yaşayacaklarımı yaşadım, sağlıklı, güçlü bir bedenim vardı, iyi filmlerde oynadım, şimdi artık sağlık inişe geçti, her istediğimi yiyemiyorum, hayattan istediğim zevki, lezzeti alamıyorum. Bundan sonrası biraz hani pilin bitme safhası, böyle zorlayarak arabayı sürmeye gerek yok. Bu sebeple ötenazi olmak için gittim, sıramı aldım, artık hayattan ayrılacağım.
Çünkü hayat zaten anlamsız bir yere çıkmıyor. Hayatta olabildiğince bir şeyler yaptık ve gidiyoruz. Hayat bu kadar bahtsız, bu kadar karanlık, çıkmaz bir sokağa yaşıyoruz. Aramızda çocuklar olsa bu sözü duysa bundan rahatsız olurlar. Yaşam hiçbir yere çıkmıyor. Sevdiklerimizden zorunlu olarak ayrılıyoruz. Bir daha birleşmek mi? Birleşemiyoruz ki, var mıyız ki? Varmışız gibi sanıyoruz. Günümüz bilimi de hayata bu yaklaşım ile yaklaşıyor. Bugünkü bilimsel bakış açısı ile vehim içerisinde yaşıyorsunuz. İradenizi, kendinizi var sandığınız o birileriyle paylaştığınız sevgi, arkadaşlık ettiğiniz anne, yoldaş, sevgili, o içten içe o iç sesinizle konuştuğunuz kendinizi bir şey zannediyorsunuz ya öyle bir şey yok… İnsan bir hiçtir.

Beynin sağ tarafı bir numara, sol tarafı başka bir numara çeviriyor. Sen arada o mu, bu mu derken kendini bir şey varmış gibi vehim ediyorsun. Öyle bir yanılgı içerisindesiniz. Yoksa aslında sen yoksun. Ölünce ne olacağım? Bütün bileşenlerini biliyoruz. Toprak elementleri gibi tamamen ayrılıp, yine bir hiç olarak yok olacaksın…

Aslında her şey bu mudur? Sokağın ucu kapalı mı? Biz boşu boşuna bir şeyler mi çeviriyoruz? O halde yarınki ödevimin, babamın yaptığı işin, para kazanmamızın, ev almamızın da bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyin bir anlamı yok. Hâlbuki insan anlamsız varlık olmadığı gibi, içinde bulunduğumuz ortam da anlamsız kabaca, rastgele, kazara oluşmuş bir yer değildir. Rabbimiz, gökleri ve yeri olanca ihtişamıyla yaratmış, en güzel dengeyi kurmuştur. “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız.”(Rahman, 7-8) Diğer bir ayette ise, “Gerçek şu ki biz yakın göğü kandillerle süsledik. Ayrıca bunlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” (Mülk, 5)
Korunaklı, sağlam, güzel, estetik bir ortamdayız. Yaratanın bir kudretinin eseri olarak ruh sahibiyiz. Sadece bedenden ibaret değiliz. Ruhumuzla birlikte bedenden ayrılabiliriz. Ama yaradan Rabbimize geri dönüyoruz. ‘’Allah’tan geldik, Allah’a gideceğiz.’’ Yanılmıyorsam ilk defa ya dedem ya da babam ölüm bir bitiş değil, demişti. O zaman rahatladım. Bana dünyanın bir geçiş yeri olduğunu söylediler. Nasıl dedim, hani buraya geldiğin gibi düşün, dedi. Buraya geldiğinde nerden geldin, illaki bir yerden geldin. Evet, işte buradan gidince illaki bir yere gidiyorsun. O zaman yine buluşacağız. Evet, işte o zaman burada bir geçiş yaşıyoruz. Peki, o zaman bu geçişi niçin yaşıyoruz? O zaman bu geçişteki süreç ne? Buradaki anlam nedir? Yeme içme değil herhalde, çünkü onu hepimiz yapıyoruz? Doğal itibariyle yiyip içiyoruz. Esas sona katkısı nedir?

Sonsuza atılan bir imza gibi birçok puanlar aldık. Hocalar okullarda listeleri asarlardı. Biz şanslıydık, bizim listelerimiz vardı, listelerinin önünde kaç puan aldığımıza bakardık. Şimdi artık böyle bir liste falan yok. Herkes telefonundan girip sonuçlarına bakıyor. Fakat her aldığımız puan bir derse aittir, bazı derslerde çok, bazılarında ise az puan alırdık.

Sonsuza bakan yüzüyle herkesin bir puanı var. “Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.” (En’am,132) Cenabı Hak bu puanları, derece derece amelde nasıl yaşadıklarına bağlıyor. Peki, asıl yaşama dediğimiz şey nedir? Rabbimiz cevap veriyor. “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.”(Mülk, 2) Müessis güç tesis eden, sistemi kuran, ölümü de hayatı da yaratan -biz ona yaratma diyoruz- yaratan kudret niçin yarattığını söylüyor. Ayette olduğu gibi, hanginiz daha iyi olacaksınız?

İyilik halimiz yaratanın kudreti ile olan münasebetimizden ibarettir. Her birimizin O’na karşı olan sevgisiyle ilişkilidir. Bir şey veya bir adım böyle başlıyor. Kişi önce annesini seviyor, bir zaman sonra bakıyor ki, yani annem evet çok iyi çok güzel ama teyzemi kıskanıyor, yani annem de neticede o da bizim gibi insan. İlk başta kutsadığı kadar yani onun da bazı eksikleri olduğunu, bazen babasıyla problemler yaşadığını görüyor. Babasını ilk önce kahramanı olarak görüyor, sonra bazı eksikleri olduğunu fark ediyor. Annesine kötü davrandığı zamanları hatırlıyor. Yani o da işte benim gibi bir insan diyor. Peki, bizim ilk başta anne ile baba ile başlayan bu sevgi münasebetimiz ve ünsiyetimiz, bizim onlara böyle kusursuz bir yer biçtiğimiz sevgiden daha üstte kendisine bağlanacağımız aidiyetimizin daha esastan, kökten olduğu bir bağlantımız olmalıdır…

Bir mühtedi şöyle anlattı. Dedi ki, ilk başlarda ben bebektim, annem babam üçümüz bir idik, öyle sanıyordum. Sonra baktım babam gidiyor, annemle evde kalıyoruz. Babamı artık ayırdım, o gidebiliyor, gidiyor geliyor. Gidiyor ki, onu kategorik olarak dışarı koydum. Annemle ben biriz. Bir zaman sonra biraz daha büyüyünce baktım ki, annem de beni bırakıp gidiyor. Annemle de ayrılabiliyoruz. İşte kreşe verdi. Arkadaşlar falan, yalnızlık hissinin ortasına düştüm. Ben hayat yolu önümde tek başına bir ferdim.

Benden hiç ayrılmayacak ve benim bu ünsiyetimi hep sağlayacak bir kudret yok mu? Kişinin kendi ruhundan öte, kökeni itibariyle Cenabı Hakk’ın, Hz. Ruh-ul Emin’den üflediği varlığımızın esasında ki Cenab-ı Hak’la bağlantımız var. Rabbimiz buyuruyor: “Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.”(Hicr, 29) Dedi ki sonra Rabbimi tanıdım. Ondan sonra Cenabı Hak ile olan birlikteliğim başladı. Allah(cc) ile O’nun kitabıyla ve O’na doğru giden sevgimle hayatı yaşıyorum. Öyle bir anlattı ki ana rahminden, aileden Cenabı Hakk’ın maiyetine bir yaratılış var. “O, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a kurulandır. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid, 4) Her nerede olursanız olun Rabbiniz sizinle beraberdir.

Hayat yolculuğuna başlayan, sokağa çıkan çocuklarımıza, kendimizle, anneyle, babayla, kardeşle, olan birlikteliğin hepsinin muallakta olduğunu, ölünceye kadar edineceği bütün ilişkilerin arızi ve geçici olduğunu öğretmeliyiz. Hayat yolu esasının sevgiyle yaratıcısına doğru yürüyüş olduğunu öğretebilirsek, çocuk, hayatın anlamını ve gayesini kazanmış bir fert olarak yolculuğuna başlayacaktır. Hayat, biz ona aitiz ve ona dönmekteyiz bilinciyle kalıcı bir anlam kazandırmaktadır. Hayatı, Rabbimiz gelip geçici olarak dünyada yaşayın, bundan sonra da sizi imha ederim diye yaratmadı. Yoksa insan, hayattan ne anladık, zaten anlamsız ve boş, yaşam sonlanıyor o halde yaşamın bir anlamı yoktur.
İnsan şöyle sorgulardı: Biten bir hayat, oraya gideceğiz, orada bitecek yani her şey bir hiç için mi yaşanıyor? Sonrasına hiçbir şey kalmamaktadır. Hayır, Cenabı Hak dedi ki: Biz size sonsuz bir gelecek ve kalıcı bir hayat vaat ediyoruz. “Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer, 55) İçine girenler dediler ki: “O ki bizi lütfuyla sonsuza kadar kalınacak yurda yerleştirdi. Orada artık biz ne bir yorgunluk duyarız ne de bize bir bıkkınlık gelir.”(Fatır, 35)

Bize fazlından bu kalıcı yurdu sağlayan Cenabı Hakk’a hamd olsun. Bazı insanlar şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: Bir elim yağda, bir elim balda ama ben ondan da bıkarım, yani o da bana tat vermez. Cennettekiler diyor ki: Bize burada yorgunluk değil, burada bize bıkkınlık da gelmiyor. Cenabı-ı Hakk her defasında yeni yeni sürprizlerle sınırsız nimetler yaratmaktadır. Ama buna rağmen, her önlerine yeni bir şey geldiğinde öncekine benzeterek şımarıyorlar, diyorlar ki: Bu öncesinde bildiğimiz bir şey başka bir şey istiyoruz. Cenabı Hak diyor ki: Benzettiler, bir tat bakalım. O önceki sefer yediğin elmaya benzetiyorsun ama bambaşka tadı var. Bakıyorlar, bu çok farklı bir şey. Bakacaklar, hayret edecekler; bu apayrı bir şeymiş… O kadar ki eğer biraz benzetirler yeni şey istiyorlar bir öncekini ikinci kez yemeğe tekraren aynı şeyi ki hayatta aynı şeyleri tekrar tekrar yiyoruz.

On kalem yiyeceğimiz var, bir ömür onu yiyoruz. Elde etmek istediğimiz şey de hep farklı olsun. Hepsi de bundan ibarettir. İşte sabah yediğimiz kahvaltıyı gördünüz: Melemen, peynir, zeytin, domates yani bundan ibarettir. Dünyanın neresine giderseniz gidin bu kadar çeşidi de bulamazsanız. Yani bazı yerlerde o güzelim zeytini bile bulamıyorsunuz. Hâlbuki bize hatırlatıyor. “Allah’ın nimetini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Allah gerçekten bağışlayıcıdır, merhametlidir.”(Nahl, 18). Cenabı Hakkın dünyadaki nimetlerinin sayısı bile sayılamayacak kadardır, ayrıca ahiretteki nimetleri daha fazla olup, sonsuz olarak insanın hizmetine sunulmuştur. Bu nimetler kalıcıdır, cennette ebedi sonsuz bir hayat olacaktır.

Eğer hayata bakış açımızı dünyadan ahirete intikal üzerine geçici bir süreçteki belli işlemler dizisi esası üzerine kurmazsak ne olur, kurarsak ne olur. Kurmazsak ne olur, onları ifade edip sözlerimi tamamlayacağım. Her iki yaklaşım da hayat nasıl farklı yaşanıyor. Diğerine esasen değindim. Hayatı sonsuz bir amaca doğru yöneliş olarak görmeyen bir kimsenin bu hayattaki durumu karanlıktır. Çünkü bu hayatı bitimli bir süreç olarak görüyor. Bitimli bir hayatta bir anda her şeyden insanın hevesi çekilir. Köylü çocuğu ile öğretmeni arasında diyalog geçiyor. Çocuk öğretmenine hocam okuyacağım ne olacak? İş yok, para yok, iş olsa bile yeterli ücret alamıyoruz. Buna rağmen okusam ne olacak? Bir mesleğin olur, devlete girersin. Şu kadar paran olacak ayaklarını uzatır yersin. Hocam ben zaten ayaklarımı uzatıyorum ki diyormuş. Tarlalarımız, bağımız, bahçemiz var. Yani şu var bu var. Beni taşımaya çalıştığın sonuca zaten şu anda sahibim. Bu dünyalıklara sahip olmak için bu kadar şey okuyup, kendime eziyet etmeye değmez ki diyor.

Kişinin önü kapalı ve bir sonuca çıkmayacaksa, içine çektiği o “tükenmişlik sendromu” hayatın çabucak bitirileni, tüketileni olur. Bir arkadaşımız vardı. Onun defterlerini çoğaltır, aldığı notlardan ders çalıştırdık. Defterlerinin kenarlarına not yazıyordu. Bir not yazmış her sonu, bir başka sonun başlangıcı yapanlara ithaf olsun. Bizim bütün hayatımız, her sonu bir başka sonun başlangıcı olarak geçiyor. Hep sonlu başlangıçlara başlangıç yapıyoruz. Ama bir özlemimiz var, gün gelecek sonsuz bir başlangıca Bismillah diyeceğiz. Hayatı bunun için yaşıyoruz. Böyle olunca hayattaki bütün büyüklükler o sonsuzun yanında küçük kalmaya başlıyor. Şöyle düşünelim; güneşi getiriyorlar, dünya güneşin yanında küçük kalıyor. Sonra da daha büyük bir güneş getiriyorlar, bizim güneşte o güneşin yanında küçük kalıyor. Galaxyi getiriyorlar, güneş artık görünmüyor. Onun gibi Cenabı-ı Hakk’ın vadine tutunanların bu dünya süreci rahat geçiyor.

Birileri dünyada bir şey kapmış, birileri ona bir şey katmış, öteki ona bir şey demiş, bir öteki ona çelme takmaya çalışmış bütün bunlara tebessüm edip geçiyor. Biliyor ki, zaten bunları amaçlamamıştır. Amaçladığı şey Cenabı-ı Hakkın rızası ve sevgisidir.
Anlamın temeli sadece sonsuz bir mutluluk ve saadetten ibaret değildir. Sonsuz mutluluk ve saadetin eşliğinde Cenabı Hak ile yaşanan ve yaşanacak olan sevgidedir. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” (Maide, 54) Evet, Allah onları sever onlar da Allah’ı sever. Allah’ın (cc) sevdiği muttakilere ödülü cennettir. “Takva sahipleri cennetlerde ve ırmak kenarlarındadır.”(Kamer, 54)

O gün öyle yüzler öyle muhtesim, öyle hoşnut olacak? Çünkü Rabbine bakıp duruyor, Allah’a bakıp duruyor. Bu yolun başlangıcında amaçladığımız şeydir. O yüzden peygamber öyle çağırdı. “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Ali İmran, 31) Eğer Allah’ı seviyorsanız yani yeri yaratan, bu ana rahmini yaratan, bize bu kadar muazzam bir varlık yaratan, bize sevmeyi öğreten, bize beyanı öğreten, konuşmayı öğreten, bu hayatı etrafımızdaki dostları bizi böyle var eden, bizim hayatın bütün nimetleriyle kendisine medyun olduğumuz kudrettir. “Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiğinde O’na yalvarırsınız.” (Nahl, 53) Rahman ve Rahim olan, bütün nimetlerin sahibi Allah’a hayat yolu boyunca sevginin ve saygının başlayıp çoğalması takvadır.

Hayatımızın Cenabı Hakk’a saygılı yaşam ile ilerlemesi ve bunun sonucunda tıpkı Hz. Musa gibi günün birinde Rabbimizin huzuruna çıkıp konuştuğu gibi, yaratıcımızla buluşacağız. “Ben seni kendim için seçip yetiştirdim.” (Taha, 41)Seni kendim için edindim. Böyle bir necvada Allah’ın Resulünün buyurduğu gibi, bütün hayatı büyük buluşma için yaşıyoruz. Rabbimizin huzuruna çıkacağız.
Bazı filmlerde kozmik oda sistem kurucusu ile ışığın arkasında sonda bir kişi ile buluşma gerçekleşir. Matrix filminde böyle bir sahne var. Filmdeki bu kişi matrix’i okurmuş yani aslında kozmik oda var edicidir. Bu tür benzetmeler yalan yanlış şeylerdir. Ama biz bunun gerçeğinden bahsediyoruz. “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.” (Bakara, 255) Allah, bütün gökleri, yeri, ilmi ile kuşatmıştır. Diğer bir ayette “İşte bu Allah sizin Rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur).”(Enam, 102) Allah her şeyin yaratıcısıdır. Ben de onun huzuruna çıkacağım. “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Hakkınızda (yaratılışınızda) ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. And olsun, aranız açılmış, (ilah) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir.”(En’am, 94) Sizde bize teker teker geleceksiniz. Tek başımıza Allah’ın huzurunda olacağız. Resul, buna teke tek bir buluşma diyor. Kul Rabbinin huzurunda Cenabı Hak ona biz sana söyledik biz sana böyle vaad ettik.

Kur’an’da Taha süresi 37-41. ayetleri arasında Hz. Musa anlatılıyor. Geçmiş hayatını, tabuta konulmasını, Saray’a getirilmesini, kundağın açılmasını aktarıyor. Orada hemen üzerine benden bir sevgi koydum, o yüzden benim hatırıma sevilesin, özen gösterilesin diye bunların hepsini daha sen bebekken ben senin için yaptım. Allah Resulü diyor ki: Allah, doğumumuzdan, hayatımızda sağladığı bütün nimetlerimizi bize saysa, kul perişan olur. Cenabı Hakk’ın huzuruna çıktığımızda ben buna karşılık ne yaptım diye kendimizi belki sorgularız. Şimdi ameline bak bakalım sen bu imkânlarla ne yaptın? Bizi sevip saydın mı? Yoksa umursamadın mı? Allah, seni var edendir. Ama sen yokmuşçasına ganimet gibi bulduğum bir hayatın içerisine daldın. Hoyratça hayatı tükettin. Seni kaç kere uyardık. Her uyardığımızda söz verdin. Ya Rabbim, bundan sonra sana dikkat edeceğim. Halini, ahvalini iyileştirip düzelttik.“ İnsanın başına zararlı bir şey geldiğinde yan üstü yatarken veya otururken ya da ayakta iken hemen bize dua etmeye koyulur; onu zararlı durumundan kurtardığımızda ise -sanki başına gelen zararı gidermeye bizi çağırıp yalvarmamış gibi- inkârcılığa dönüp yoluna devam eder; haddi aşanlara işte bu şekilde yaptıkları güzel görünmektedir.” (Yunus,12) Sanki başına sıkıntı gelen o değilmiş gibi basıp geçtin gittin. Bunlar böyle sayılıp dökülünce ayette buyuruluyor. “Artık kitap (amel defteri) ortaya konmuştur; suçluların, onda yazılı olanlardan korkuya kapılmış olarak, “Vay halimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” dediklerini görürsün. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.”(Kehf, 49) Ne küçük bırakmış ne büyük hepsini kuşatmış bir kitap ile karşı karşıya kalınca kişi Resulullah dedi ki; ümidi diplere vurur, galiba ben helak oldum. Eğer bu kimsede iyilerden ise, yanlışlarını nefsin bütün dürtülerine rağmen, düzeltmeye iyileştirmeye çalışırsa ve bu hataları gittikçe düzeltip iyileştirir, sonra bir iyilik ile sonlanırsa Allah hesabını kolaylaştırır. Ona “Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir şekilde görülecektir.”(İnşikak, 8). O kolay bir hesap verecektir. Dileriz bizimki de öyle olur.
Allah onları “Ancak tevbe edip inanarak erdemli işler yapanın durumu başkadır; Allah böylelerinin kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Furkan, 70) Tevbelerimizi kabul edip kötülüklerimizi hasenata tebdil eder. Bu ana doğru yürüyoruz. O yüzden Fatiha da huzurda her defasında Cenabı Hak bize yaratılış amacını hatırlatır. “Ödül ve ceza gününün tek hâkimidir.” (Fatiha, 4) Din gününe doğru giden bir hayat var. Bu hayatın anlamı, her şey imtihan edilmek içindir. “Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi oranın süsü yaptık.” (Kehf, 7) Yeryüzünde ne varsa bu güzel oteller, arabalar, uçaklar, telefonlar, mallar servetler hepsi bir süs mahiyetindedir. Sınayalım diye sonsuz ve kalıcı bir akıbete doğru giderken değerlendirmeye tabi olacaktır. Bazıları sanıyor ki bu anlam ile yaşamaya başladığımızda, dünyamız cehenneme dönecek, yemeden içmeden uzak kalacağız. Dünya nimetlerinden faydalanamayıp mahrumiyet içinde kısıtlı yaşayacağız. Ama ahiretimiz güzel olacak…

Cenab-ı Hak öyle demiyor. “Erkek olsun, kadın olsun her kim iman etmiş olarak dünya ve âhiret için yararlı iyi işler yaparsa işte onlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa, 124) Erkek olsun dişi olsun, salih amelleri işlerse, Cenabı Hak ona hoş bir hayat yaşatacaktır. Rabbimizin vaadi maddiyatla ilgili zengin bir hayat yaşatacağız değil, hoş bir hayat vaadi var. Örneğin, komşunuzun durumları, arabaları, refah düzeyi vasat, çoluk çocuk sizden çok mutlu yaşamaktadır. Sizin refah düzeyiniz onunkinden on misli yüksek, ama kavgadan, stresten, sorundan geçilmiyor. Çocuklar mutsuz, yaşamınız huzursuz. Üzerinizdeki bu sıkıntı nedir diye kendinizi sorguluyorsunuz ve öfke içerisinde kalıyorsunuz. Hayatın zevki, feyzi, bereketi, huzuru içimizdeki bu mutlulukların ayarı yaratanın elindedir. “Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız. Böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.”(Nahl, 97) Dünyası hoş bir hayat, ahireti de en güzel şekilde son bulacaktır. En güzel kararlı bir neticeye kavuşacağız. Dolaysıyla her iki yolu da gördük. Cenabı Hakk’ı göz ardı edenlerin bizatihi kendi dilleriyle dünya anlamsız, ahiret zaten yok, her şey bir karanlıktır.

Bilim adamları mutlak doğru yok diye açıklamalar yapıyor. İrade diye bir şey yok, hayatın anlamı diye bir şey yoktur… Bir bilim adamına soruyorlar; ya siz geçenlerde bir hastalık geçirdiniz. O da diyor ki, abim de aynı hastalığı geçirdi. Fakat o çok ahmak davrandı, son ana kadar hastanelerde süründü. Ben öyle yapmayacağım, diyor. Baktım hastalığım ilerliyor alıp bir tabancayla kafama sıkacağım. Bu beyanı veren kişi bugünün bilim dünyasının zirve isimlerinden birisidir. Bilimin insanı yokluğun eşiğinde bir hiçe dönüştürdüğü bir yer, şeytanın ise insanı ayaklarının altına aldığı bir yer… Hâlbuki Cenabı Hak hayatı özenle yaratarak yüceltmiştir. “Allah, “Ey İblîs” dedi, “Kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?” (Sad, 75) Ellerimle yarattığım diye yücelttim. Şeytan dedi ki: Çoğunu şükreden bulmayacaksın. Sen benim üzerime yücelttiğin insana bu kadar önem atfediyorsun. Kıyamet gününe kadar yarattığın bu varlığın zürriyetini kendime bağlayacağım. Onlar secde edenlerden olmayacaklarıdır. Bana kulluk edecekler, şükredenlerden olmayacaklar. İnsanın yaratanını göz ardı ettiğinde, şeytana tabi olduğunda, Cenabı Hakta ona dedi ki: Eğer sana tabi olacaklarsa, o zaman tabi olanlar da sen de cehennemi boylarsınız.

*Bu yazı İnsan ve Değer Hareketi tarafından düzenlenen İnsan ve Değer Şurası(2022)’nda sunulmuştur.